28 Kasım 2008 Cuma

Büyükada





Büyükada'yı her zaman çok sevmişimdir. Sessizliğini, buram buram tarih kokan evlerini, sokaklarını, egzos kokusundan uzak temiz havasını.... Ama ne yazık ki ada'ya gitmek için en soğuk günü seçmişim (fotoğraflardan da anlayacağınız gibi karanlık, puslu bir havaydı). Büyükada ve diğer adalar "Prens Adaları" olarak da biliniyor. Büyükada İstanbul açıklarındak adaların en büyüğü. Evlerin çoğu yazlık olarak kullanıldığı için yazları ada nüfusu oldukça artıyor. Adaların "Prens Adaları" olarak adlandırılmasının sebebi ise bu adaların özellikle Bizans döneminde saray mensuplarının sürgün yeri olarak kullanılması. Özellikle 1950'li yıllara kadar ada nüfusu Rum ve Ermeni çoğunluktayken günümüzde daha çok Müslüman çoğunluk vardır. Ada'nın en eski yapıları Aya Yorgi Kilisesi (Bu kilisede her yıl 23 nisan ve 24 eylül tarihlerinde düzenlenen ayinlerde edilen duaların ve tutulan dileklerin gerçekleştiğine inanılır), İsa tepesi'nde bulunan Rum Yetimhanesi ve 2. Abdülhamid tarafından yaptırılan Hamidiye Camii'dir. Lev Troçki'nin Stalin tarafından sürgün edildikten sonra 1929 - 1933 yılları arasında yaşadığı Nizam mahallesindeki ev ve Reşat Nuri Güntekin'in Maden mahallesindeki evi ziyaret edilecek yerler arasındadır. Adada ulaşım bisiklet yada faytonla sağlanır. Bu araçlardan birini kiralayarak gezi yapabilirsiniz. Ada'da bulunan plajlarda ise yazları denize girebilirsiniz.

Tarihi Yapılar:
- İskele binası'nın mimarı kesin olarak bilinmemekle beraber Vedat Tek olduğu tahmin edilmektedir. Yapım tarihi 1914'tür. Çinileri Kütahyalı Mehmet Emin Efendi tarafından yapılmıştır. (Vedat Tek 1873 - 1942 yılları arasında yaşamıştır. Mimarlık eğitimini Paris Ecole des Beaux Arts'da almıştır. İstanbul'a birçok mimari eser kazandırmıştır).
- Köşkler, çoğunluğu 19.yy sonu ile 20.yy başında yapılmıştır. Ahşap olan bu yapıların çoğu Art Nouveau tarzındadır.
- Rum Yetimhanesi, İsa tepesi'nde kuruludur. 1898 yılında bir Fransız şirketi tarafından otel olarak inşa edilmiştir. Bina 26.000 m2'lik bir alana sahiptir. İzin almadan doğan sıkıntılardan dolayı otel olarak hizmete girmemiş ve zengin bir rum aile tarafından satın alınarak patrikhane'ye bağışlanmıştır. Patrikhane tarafından yetimhane olarak kullanılmıştır. 1970'li yılların başından beri boş tutulmaktadır.
- Hamidiye Camii, 2. Abdülhamit'in emri ile 1895 yılında inşa edilmiştir. 
- Aya Yorgi Manastırı, kayıtlara göre inşa tarihi 1751'dir. Eski kilise olarak bilinir. Yeni kilise olarak bilinen Aya Yorgi Kilisesi ise 1905 yılında inşa edilmiştir.
- Aya Nikola manastırı 1894 yılında inşa edilmiştir.
- Hristos Manastırı İsa tepesi'ndedir. 1597 yılında Patrik Meletios Pigas tarafından kurulmuştur.
- Aya Dimitri Cemaat Kilisesi, adadaki ortodoksların katkılarıyla 1856 - 1857 tarihleri arasında inşa edilmiştir.
- Heset Le Abraham Sinagogu, kumsal semtinde olup 1921 yılında yapılmıştır.

Ulaşım:
Ada'ya ulaşım vapur, deniz otobüsü, deniz taksi ve motor'la sağlanabilir. Anadolu yakasında Bostancı'dan Avrupa Yakası'nda ise Sirkeci'den vapur seferleri vardır. Kabataş ve Bostancı'dan da deniz otobüsü seferleri yapılmaktadır.

Büyükada fotoğrafları 2





Büyükada fotoğrafları



14 Kasım 2008 Cuma

Darıca Hayvanat Bahçesi





Darıca Hayvanat Bahçesi (Boğaziçi Hayvanat Bahçesi ve Botanik Parkı) 1991 yılında işadamı Faruk Yalçın'ın (Türkiye'nin en büyük Nato müteahhitlerinden biri) kişisel girişimiyle açılmış özel bir hayvanat bahçesi. İlk olarak 10 dönüm arazi üzerine Darıca Kuş Cenneti olarak kurulan park şimdi 200 dönümlük bir araziye ve memeliler, kanatlılar, sürüngenler ve akvaryum hayvanları olmak üzere 2 binin üzerinde hayvana sahip. Parkta çeşitli hayvanların yanı sıra 400 türün üstünde de nadide bitki bulunuyor. Parkın içinde ayrıca çocuk parkı, cafe ve hediyelik eşya dükkanı da mevcut. Parkın girişi biraz muadillerine göre pahalı olsa da parkın güzelliğini ve çeşit çeşit hayvanları gördükten sonra verdiğiniz paranın boşa gitmediğini anlıyorsunuz. Özel bir park olduğu için de ödenen paranın hayvanların bakımına gittiğini düşünmek insanı mutlu ediyor. Darıca Hayvanat Bahçesi hafta sonları çocuklarınızı götürebileceğiniz, onlara hayvan sevgisini aşılayabileceğiniz en güzel yerlerden biri. Buraya TEM otoyolu üzerinden Eskihisar sapağına saptıktan sonra ulaşabilirsiniz. Hergün 09.00 - 17.00 saatleri arasında ziyarete açık.

11 Kasım 2008 Salı

St. Antuan Katolik Kilisesi





St. Antuan Katolik Kilisesi İstanbul'un en büyük ve cemaati en geniş Katolik Kilisesi'dir. Bu Kilise her zaman sevdiğim yerlerden biri olmuştur. Caddedeki onca gürültü ve karmaşaya rağmen buranın huzurlu ve sessiz atmosferi beni her zaman etkilemiştir. Ne zaman İstiklal caddesine yolum düşse içeri girip, mum yakar, dileğimi diler ve biraz oturur dua ederim. Tarihine gelince; Kilise ilk olarak 1725 yılında Osmanlı'da Saray ve devlet hizmetinde bulunan, ticaretle uğraşan katolik ülke vatandaşları ve aileleri için inşa edilmiştir. Şimdiki kilisenin inşasına ise 1906 yılında başlanmış ve 1912 yılında hizmete girmiştir. İtalyan mimar Giulio Mongeri tarafından yeni gotik tarzda betonarme olarak yapılmıştır. İç yüksekliği 23 metredir. Kilisenin avlusuna İstiklal Caddesi üzerinde bulunan birbirine geçitle bağlı iki apartman arasından girilir. Bunlar Caddenin ilk betonarme yapıları olan St. Antoine Apartmanlarıdır ve kiliseye gelir getirmesi için inşa edilmişlerdir. Kilise İtalyan rahipler tarafından yönetilir. Her Salı günü ilahilerle ve org eşliğinde Türkçe ayin düzenlenmektedir. (Her ne kadar bu yasağa kimse uymasa da Kilise içinde ve dışında fotoğraf çekmek yasak olduğundan ben kullandığım fotoğrafları internette bulunan çeşitli sitelerden aldım).


Aziz Antuan (St. Antuan)  zengin bir ailenin çocuğu olarak Fernando ismiyle 1195 yılında Lizbon'da doğdu. Ailesi avukat olmasını istiyordu fakat bir efsaneye göre Lizbon Katedrali'nde şeytanın varlığını hissederek yere haç çizip şeytanı kovdu. Bunun üzerine ailesinden ayrılarak 15 yaşında manastıra girdi. Burada yaptığı çalışmalarla o dönemin önde gelen bilim adamlarından biri oldu. 25 yaşında papaz ünvanını aldı. 1222 yılında Fas'a misyoner olarak gitmeye karar verdi ve adını Antuan olarak değiştirdi.  Bindiği gemi sorunlar yaşayıp Sicilya'ya yanaşınca Fransisken Tarikatı'nın kurucusu Aziz Fransua ile karşılaşıp ondan çok etkilendi. Antuan yaşadığı dönemde birçok mucize göstermiş, ilahiyat okulları kurmuştur. 1231 yılında 36 yaşında Padova'da ölmüştür. Ölümünden sonra da mezarında mucizeler görülmeye devam edince Papa 9. Gregorius tarafından 1232 yılında aziz ilan edilmiştir.


Giulio Mongeri İstanbul doğumlu Levanten bir mimardır. 1930'lu yılların ortalarına kadar dönemin önemli yapılarını tasarlamıştır. Yaptığı binalar arasında Karaköy Palas, Maçka Palas, Bursa Çelik Palas Oteli, Ankara Ulus Ziraat Bankası, Ankara Ulus İş Bankası sayılabilir. 1908-1910 yılları arasında Sanayi-i Nefise Mektebinin müdürlüğünü yapmıştır (Şimdiki Güzel Sanatlar Akademisi). Dönemin ünlü mimarlarının yetişmesine büyük katkılarda bulunmuş, 1953 yılında Venedik'te ölmüştür.

6 Kasım 2008 Perşembe

Hidiv Kasrı






Özellikle güneşli havalarda İstanbul'da gidilecek en keyifli yerlerden biri de Anadolu yakası'nda Çubuklu'da bulunan Hidiv Kasrı. Yemyeşil ve kocaman bahçesi'ndeki kafelerden birinde oturup güzel bir kahve yudumlamak insanı havada güzelse çok rahatlatıyor. Hidiv Kasrı şu anda Beltur'a bağlı bir restoran olarak işletiliyor ve hafta sonları açık büfe yemek ve brunch servisi de yapılıyor. Tarihine gelince; Hidiv Kasrı bir zamanlar Mısır Hidivi olan Abbas Hilmi Paşa'nın köşküdür. (Hidiv Osmanlı'nın Mısır valilerine verdiği bir ünvan) Paşa 1903 yılında bu araziyi,  içindeki iki ahşap köşk ve 270 dönümlük bahçesini satın alır. 1907 yılında italyan mimar Delfo Seminati'ye (Delco Seminati olarak da geçiyor). Art Nouveau tarzındaki bu 1000 m2'lik köşkü yaptırır. Zamanında İstanbul'un en büyük gül bahçesine sahip olan bu köşkün en önemli özelliklerinden biri de buharla çalışan ilk asansörlerden birine sahip olmasıdır. (Bu konuda bir bilgiye ulaşamadım ama kendi adıma içindeki süslemelerde kullanılan hayvan figürlerinden buranın bir av köşkü olarak kullanıldığını düşünüyorum). Ana girişte ilk göze çarpanlar ise muhteşem bir çeşme ve çatıya kadar uzanan vitrayla kaplı olan tavandır.  Uzun süre bakımsız kalan kasır 1980'li yıllarda restore edilmiş ve bir süre otel olarak da hizmet vermiştir.

5 Kasım 2008 Çarşamba

Yaşayan bir tarih: Markiz Pastanesi




Bundan böyle yeni bir gezi yapana kadar İstanbulu anlatacağım elimden geldiğince bu sayfalarda. İlk bahsedeceğim yer benim çok sevdiğim, tarihe tanıklık etmiş bir yer olan Markiz Pastanesi. 23 yıl kapalı kaldıktan sonra 2003 yılında tekrar hizmete giren Markiz İstiklal Caddesi üzerinde Beyoğlu'na kravatsız, eldivensiz çıkılmadığı dönemlerin en önemli simgelerinden biri. Markiz öyle bir yermiş ki şapkasız girilmediği için pastanenin hemen yanında şapka kiralayan bir dükkan bulunurmuş. Tarihinden bahsedecek olursak; Markiz'in girişinde olduğu pasaj olan "Passage Orientale" 1840 olan açılış tarihiyle Pera'nın en eski pasajı. (Pasajın şimdiki adı Passage Markiz). Markiz Pastanesi ise önceleri LeBon (o yıllardaki sahibi Naum Tiyatrosu komilerinden Bay LeBon) adıyla faaliyet gösterirken Avedis Çakır 1940 yılında pastaneyi satın alır ve burada yapacağı çikolata ve şekerlemeleri o dönemde Paris'te üretilen ünlü "Marquise de Sevigne" çikolataları kalitesinde yapmak istediğinden pastanenin adını "Markiz" olarak değiştirir. Duvarlara Fransa'dan getirdiği Art-Noveau tarzı panoları yerleştirir ve pastaneyi vitraylarla süsler. Bu panolar dört mevsim temasını işlemektedir ama kışı simgeleyen pano İstanbul'a getirilirken kırıldığı için duvardaki yerini alamamıştır. Yaz panosu ise daha sonra sökülerek yerine büyük bir ayna asılmıştır. 1970'li yılların başında pastanenin bulunduğu bina satışa çıkarılır ve açılan davalardan sonra maalesef sonuç Markiz'in aleyhine sonuçlanır ve kapanır. Avedis Çakır'da Markiz'i kaybetmenin acısıyla bir süre sonra vefat eder. 1977 yılında Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu tarafından korumaya alınır. 1993 yılında Aksoy Şirketler Grubu burayı satın alır ve 2003 yılında tekrar hizmete sokar.
Markiz'in geçmiş yıllardaki müdavimleri ise tarihi önemini anlamakta yardımcı olacaktır: Namık Kemal, Şinasi, Tevfik Fikret, Ahmet Haşim, Abidin Dino, Sait Faik, Orhan Veli, Mina Urgan, Atilla İlhan, Haldun Taner ve daha nice isimler. Sonuç olarak Markiz Pastanesi İstanbul'da yaşayan ve bu tip mekanları seven herkesin gitmesi gereken yerlerden biri. En azından bir kahve içmek için. (Bu arada cheesecake'i ve tiramisu'su da bir harika bence deneyin) Dış cephe fotoğrafı www.turkeytravelplanner.com sitesinden alınmıştır

3 Kasım 2008 Pazartesi

Karadeniz'den yol manzaraları - 4




Sal - Pokut yaylaları / fotoğraflar





Sal - Pokut yaylaları





Tatilimizin son gününde 4x4 arabalarla ilk önce Sal Yaylasına oradan da yürüyerek Pokut yaylasına geçtik. İlk önce araba yolculuğumuzdan bahsetmek istiyorum. 4x4 dediğime bakmayın öyle lüks bir araç değil. Sanırım ordan burdan toplama yapılmış ama son derece kullanışlı ve sağlam bir araç. Her neyse ilk başta doluştuk arka tarafa oturduk sıralara sohbet ede ede çıktık Ayder merkezden. Yaylaya çıktığımızda rehberimiz Celal isteyenin arabanın üst tarafına oturup yola öyle devam edebileceğini söyledi. Eşim çıktı ilk olarak. (Bu arada gittiğimiz yolun son derece bozuk, taşlık, dar ve bir tarafın uçurum olduğunu söylemem gerek). Arabayla Pokut'un alt taraflarına ulaştıktan sonra yine dik bir yamaçtan başladık yaylaya tırmanmaya. Pokut Palovit'in üst taraflarında ve 2000 gibi bir rakıma sahip. Çok güzel ahşap yayla evlerine sahip ve en eski evin 250 yıllık olduğu söyleniyor. (O 250 yıllık evi göremesek de bir evin ahşap duvarına kazınmış tarihi 60'lı yıllara kadar giden yazılar vardı). Her yer yemyeşil çimenlerle kaplı harika bir yer. (Çimenler bolca deşilmişti. Rehberimiz geceleri yaylaya yaban domuzlarının geldiğini ve bunu onların yaptığını söyledi). Pokutta kısa bir mola verip bol bol çimenlerde yuvarlanıp fotoğraf çektikten sonra Sal Yaylasına gitmek için yola koyulduk. Türküler söyleye söyleye yarım saatlık bir yürüyüşten sonra Sal'a vardık. Sal'da da Pokut gibi elektrik hatları yer altından geçiyor ve iki yaylada da su kaynaklarına uzaklık sebebiyle su sıkıntısı var. Bu yaylada da ahşap mimari hakim. Mangalda sucuk, biber ve domatesten oluşan güzel yemeğimizin ardından Sal yaylasından ayrılıp yine yürüyerek arabamıza doğru yola çıktık. Dönüş yolunda arabanın tepesine bu sefer ben kuruldum ve hoplaya zıplaya adeta bir roller coster'a binmiş gibi o dimdik yoldan Çamlıhemşine vardık. (Demirlerin üzerine oturduğum için akşama her yanım ağrısa da çok keyif aldığım anlardan biri oldu. Fotoğraflardan birinde hareket eden arabanın kenarındaki benim). Akşam otelde yine horon ve tulum eşliğinde yapılan veda gecesinden sonra sabaha karşı beşte İstanbul'a doğru yola koyulduk. Kalbimizi Karadeniz'de bırakarak...

Kavron (Kavrun) Yaylası Horonu






Kavrondan inmemize yakın kulağımıza silah sesleri gelmeye başladı. Karar noktasından köye baktığımızda ise neredeyse bütün köyün meydandaki kahvenin önünde horon vurduğunu gördük. Rehberimiz Celal horono girmek için köylülere ısrar etmememiz, horonu bozabileceğimiz konusunda bizi tembihledikten sonra meydana gittik. Kadın-çocuk-erkek bütün köy oradaydı ve erkeklerin neredeyse hepsi "birazcık" sarhoştu. Etraf boş rakı şişeleri ile doluydu. Yaylaya veda gibi birşey düzenlemişlerdi. Birkaç köylü kadının fotoğrafını çekmek istedim maalesef izin vermediler. Horonu izlerken birden silahlar atılmaya başladı ve gezi grubunun çoğu çil yavrusu gibi dağılıp kahveye saklandı. Bende biraz korktum (Aman bu kafayla gümbürtüye giderim diye) ama fotoğraf çekme isteğim ağır bastı.