3 Ekim 2011 Pazartesi

Aya Yorgi Kilisesi ve dilek ayini








Aya Yorgi Kilisesi Büyükada'da bulunmaktadır. Patrikhane kayıtlarına göre manastır 1751 tarihinde inşa edilmiştir. İki katlı, kiremit örtülü küçük bir yapıdır. Tepede çan kulesinin arkasındaki kesme taştan yapılmış yapı ise Aya Yorgi kilisesidir. 1905 yılında inşa edilmiş, 1909 yılında kullanıma açılmıştır.

Kilise Saint George adına yapılmıştır. Bu kilise, Hıristiyanların 2 hac noktasından biri kabul edilir. Ve yılın iki tarihinde (23 Nisan ve 24 Eylül) ziyaretçi akınına uğrar.

Aya Yorgi Kilisesi Tarihi
Anlatılanlara göre; Bizans döneminde işgal altında kalan Aya Yorgi kilisesindeki ikona ve kutsal cisimleri kurtarmak isteyen papazlar, söz konusu cisimleri toprağa gömüp üzerini kapatmışlar. Aradan geçen uzun yıllardan sonra aziz Aya Yorgi, bir çobanın rüyasına girmiş ve kiliseye uzanan yolu tırmanmasını, çan sesi duyduğu yerde durup kazmasını söylemiş.

Olayı fazla dikkate almayan çoban, aynı rüyayı 3 gece üst üste görünce "bu işte bir iş var" diyerek çıplak ayakla ve hiç konuşmadan kiliseye uzanan uzun yokuşu tek başına tırmanmış. Rüyasında görmüş olduğu olay gerçekleşmiş;kiliseye yaklaştığı anda çan sesleri duymaya başlamış ve tam o noktayı kazıp, gömülü cisimleri bulmuş. Üstelik; cisimlerin her biri gömüldüğü günkü kadar yeniymiş.

Bu rüyaya atfen her yıl 23 nisan ve 24 eylül tarihlerinde ziyaretçiler kiliseye giden yolu (kimileri çoban gibi çıplak ayakla) hiç konuşmadan yürüyerek ve ip salarak (sanırım bu sonradan eklenmiş ve gelenek halini almış) dilek tutuarlar ve dileklerinin kabul olması için dua ederler. Bende geçen sene tuttuğum bir dileğin gerçekleşmesi üzerine bu sene tekrardan aynı yolu yürüyüp dilek tuttum ve dua ettim. Sonuçta müslüman, hıristiyan veya başka dinlerden olmamız önemli değil bence. Önemli olan hepimizin tek yaratıcıya inanmamız...

Amatör Gezgin'in notları:
Özellikle bu iki gün kiliseyi ziyaret etmek isterseniz ada'ya erken saatlerde gitmenizi tavsiye ederim. Çünkü fayton bulmak oldukça zorlaşıyor. Kiliseye çıkılan yol üzerinde mumları ve çeşitli dilek eşyalarını bulabilirsiniz. Mumları kiliseden de ufak bir ücret karşılığıı almak da mümkün. Dileğinizi tuttuktan sonra kilisenin yan tarafında bulunan lokantada adanın muhteşem manzarası karşısında birşeyler yemenizi de tavsiye ederim... (bu arada yanınızda yedek t-shirt bulundurmanız iyi olur çünkü kiliseye çıkan yolda çok terleyip, ertesi gün hasta olmanız da ihtimaller arasında)

Gül Bahçesi Restaurant / Konya





Gül Bahçesi Restaurant Karatay Belediyesine bağlı çalışan bir restaurant. Mevlana Türbesi'nin tam karşısında bulunan bu yer manzarası ile göz kamaştırdığı halde servisin kötülüğü, tuvaletlerin havasızlığı ve garsonların nezaketsizliği ve ilgisizliği ile bizden eksi puan aldı...

Eski Sanayi Mektebi / Konya






1898-1902 yılları arasında Konya’da Valilik yapan Avlonyalı Mehmet Ferit Paşa’nin gayretleri ile Konya’ya kazandırılan Meclis binası 100 yılı aşkın heybeti ile tarihi önemini koruyor. Konya Valisi Mehmet Ferit Paşa o dönemlerde kentin güvenliği başta olmak üzere, yol, içme suyu, imar ve birbirinden önemli girişimleri nedeniyle sadrazamlığa kadar yükselmiş, Konya’ya kazandırdığı mimari eserleri arasında Sanayi Mektebi (İl Genel Meclisi) ile dikkat çekmiştir.
Osmanli Padişahi Sultan Abdülmecid’in batılasma yolunda yaptığı girişimler sırasında ordu ve sarayın ihtiyaçlarının karşılanması için yeni fabrikalar kurdurmuş, buralarda çalışacak uzmanların yetişmesi için sanayi mektepleri açtırmasıyla, yeni bir dönem başlamıştır. Bu çalışmaların Anadolu’daki ilk örneklerinden biri de Konya’daki Sanayi mektebidir. 1901 yılında bitirilen Sanayi Mektebi 1979 yılına kadar hizmet vermiş, 1979 yılındakı talihsiz bir yangın sonucunda uzun yıllar kullanılamayarak, harabe olarak kaldı, daha sonra aslına uygun restorasyonu yaptırılarak, 1989 yılında İl Özel İdaresi hizmet binası olarak kullanılmaya başlandı. 2006 yılında İl Özel İdaresinin taşınması ile şu an İl Genel Meclisi Hizmet Binasi olarak kullanılmakta ve Taşınmaz Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulunca tescil edilmiş binalar arasında yer almaktadır.

St. Paul Kilisesi / Konya




Katolik Kilisesi olan bu kilise hakkında ne yazık ki ne internette ne de Konya'da herhangi birinden bir bilgi alamadım. Yine de Konya'ya yolunuz düşerse mimari açıdan görülmesi gereken mekanlardan biri...

Şems-i Tebrizi Camii ve Türbesi / Konya







Şems-i Tebrizi:
Mevlana'nın gönül dünyasında büyük değişiklikler yapmış kuvvetli bir alimdir.
Şems-i Tebrizi künyesinden de anlaşılacağı üzere, günümüzde İran'ın Doğu Azerbaycan Eyaleti’nin yönetim merkezi olan Tebriz şehrinde m. 1185 yılında Melik Dad oğlu Ali adında bir zatın oğludur ve Şemseddin yani dinin güneşi lâkabıyla anılmıştır.
Daha küçük yaşlarda, manevi ilimleri tahsilde gösterdiği kabiliyetle dikkat çeken Şems, din ilimleri tahsilden sonra, genç yaşlarında Tebrizli Ebubekir Sellaf'a mürid olmuş, ününü duyduğu bütün meşhur şeyhlerden feyz almaya çalışmış ve bu sebeple diyar diyar dolaşmıştır. Bu gezginliğinden dolayı kendisine Şemseddin Perende (uçan Şemseddin) denilmiş, ayrıca Tebriz’de tarikat pîrleri ve hakikat arifleri ona Kâmil-i Tebrizi adını vermişlerdir.
Daha sonraları Sacaslı Şeyh Rukneddin, Tebrizli Selahaddin Mahmut ile mutasavvıf Necmüddin Kübra’nın halifelerinden Centli Baba Kemal’e intisap ederek onlardan feyz almıştır. Hz. Muhammed’in ahlakını örnek alan Şemseddin-i Tebrizî, devamlı bir arayış içerisinde olmuş, manevî bir işaret üzerine de Mevlana’yı arayıp bulmuştur. Dünyaya, kılık ve kıyafete önem vermeyen Şems, Mevlana ile üç-üçbuçuk yıl süren beraberliği neticesinde onun hayatında yeni ufukların açılmasına vesile olmuş, onu ilahî aşkın potasında eriterek, kâmil bir Hak aşığı yapmaya muvaffak olmuştur.
Şems-i Tebrizi Şam’a döndüğünde, Mevlana Celaleddin için onun yokluğu dayanılmazdır. Şems’in varlığını kabullenememiş kimseler, Mevlana Celaleddin’e ileri geri laflar etmişlerdir. Mevlana’nın bu kimselerden birine verdiği cevap şöyledir:
"Onun ışığı vurmazdan önce ölü bir nakıştım sadece taş duvarlarınızda. O, elindeki yay ile vurmazdan önce tellerime; hep aynı nameyi çalıp söyleyen, kendi sesine yabancı bir kuru rebaptım. Ben onun avucunda bağlar, bahçeler ağaçlar görür; deryalar gibi geniş, deryalar kadar berrak sular görürüm. Onun avucunda çıkan ağaçların gölgesinde dinlenirim. Lâkin siz bunların hiçbirini göremezsiniz."
Bir süre sonra Şems, Celaleddin’in oğlu Sultan Veled’in çağrısı üzere Konya’ya geri gelir. Celaleddin, bir daha şehirden ayrılmasın diye, onu bir kızla evlenmeye ikna eder; bu kız Celaleddin’in evinde evlâtlık olan Kimya Hatun’dur. Kimya Hatun’a gizliden aşık olan, Mevlana’nın küçük oğlu Alaaddin, bu durumu hazmedemez ve Şems aleyhtarlarının yanında yer almaya başlar.
Şems hicri 645, miladi 1247 tarihinde Mevlana'da meydana gelen büyük değişikliği hazmedemeyenler tarafından mı öldürüldü, yoksa geldiği gibi kimseye haber vermeden Konya’yı terk mi ettiği bilinmemektedir.
Bu gün Konya’da Şems makamı olarak bilinen, halk ve bilhassa Mevlevilerce Mevlana türbesinden önce ziyaret edilen bu mescit-türbe de mevcut sanduka, boş bir sanduka mı, yoksa Mehmet Önder Bey'in bir hatırasında anlatıldığı gibi, Şems gerçekten burada mı gömülüdür, bu da bilinmez.
Niğde’deki Kesikbaş Türbesi de Şems’e izafe edilir. Bunlardan ayrı olarak Tebriz şehrinde "Geçil" denilen mezarlıkta, aynı bölgede Hoy’da, Pakistan’ın Multon şehrinde Şems türbeleri veya makamları vardır. Bunlar çeşitli rivayetlerle süslenmiştir. Pakistanlıların söylediklerine göre de Şems, Konya'dan bir gece yarısı gizlice ayrılmış, Hoy şehrine hareket etmiş ve oraya yerleşmiştir. Rivayete göre Şems-i Tebrizi Hoy’da vefat eder ve orada gömülür. Mezarı, Unesco Dünya Kültür Mirası'na aday gösterilir. Bir rivayete göre ise, Mevlana’nın küçük oğlu Alaaddin de, Şems'i öldürenler arasındadır.
Şems’in Konya'daki türbesi küçük, mütevazı, adeta saklanmış bir yerdir. Mevlana’nın o ihtişamlı türbesinin yanında -ki Mevlana "En güzel türbe gökkubedir" der- sadedir.

Kişisel notlar:
Her ne kadar "en güzel türbe gök kubbedir" denilmişse de Mevlana'yı Mevlana yapan adamın türbesinin bu kadar gözden ırak, bu kadar kendi haline bırakılmış olması beni gerçekten de üzdü. Türbesi içinde bulunduğu camii'nin bir köşesinde bakımsız sayılabilecek bir halde dururken, Mevlana'nın türbesinin ihtişamı ve bakımı tam bir tezat oluşturuyordu. Karatay Belediyesi'nin rehberinde yer alan 3-5 satırlık tanıtım yazısından sonra yazılan "Şems camii bitişiğindeki tuvalet 1992 yılında belediyemiz tarafından tamir ettirilerek modern bir hale getirilmiştir" satırları da aklıma "tuvalet mi önemli Şems mi?" sorusunu getirdi...

Şeb-i Arus Çeşmesi / Mevlana Müzesi



Ön bahçenin güney-batı köşesinde, Matbah-ı Şerif ile, derviş hücrelerinin kesiştiği köşenin hemen önünde yer alır. Altı köşeli olup gök mermerden yapılmıştır. İç içe iki çerçeveden meydana gelmiştir. Havuza su, gökmermerden yapılmış stilize ejderha motifinin ağzından akmaktadır.
Mevlânâ'nın ölüm gününe, gelin gecesi manasına gelen Şeb'i Arûs günü denilmektedir. Zira Mevlânâ öldüğü zaman sevdiğine, aşkına yani Allah'a kavuşacaktır. Onun için bu gün Mevlânâ için ölüm günü değil, düğün günü, gelin gecesidir. Öyle ise tef çalmak ney üflemek, semâ etmek, eğlenmek gerekir.

Mevlânâ'nm kamerî seneyle vefat yıl dönümlerinde, bu havuzun yanına Mevleviler toplanır, sergiler, hasırlar serilir, minderler, yastıklar getirilir, yenilir, içilir eğlenilir, âyinler okunur ve semâ gösterisi yapılırmış. İşte bu nedenle bu havuza düğün ve ziyafet gecesi anlamına gelen "Şeb-i Urs Havuzu" denilmiştir. Ancak havuzun adı halk arasında zamanla değiştirilerek, gelin-gerdek gecesi anlamına gelen "Şeb'-İ Arûs Havuzu'na dönüştürülmüştür.

Kişisel notlar:Eskiden tamamen başka amaçlarla kullanılan bu havuz günümüzde para atılıp, dilekler tutulan bir nevi dilek havuzuna çevrilmiş. Ne yalan söyleyeyim herkesin para atıp, dilek tuttuğunu gördükten sonra bende kendimi para atıp dilek tutmaktan alıkoyamadım. Umarım dileklerim, dualarım gerçekleşir...

Mevlana Müzesi ve Türbesi / Konya


Müze ve Türbeden bahsetmeden önce sanırım bilmeyen yoktur ama biraz Mevlana'nın hayatından bahsetmek istiyorum...

Mevlana'nın hayatı:
Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğmuştur.

Mevlâna'nın babası Belh şehrinin ileri gelenlerinden olup sağlığında "Bilginlerin Sultanı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahaeddin Veled'dir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur.

Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adında iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun' u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerra Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Alim Çelebi adlı iki oğlu ve Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.

Bu yıllarda Anadolu'nun büyük bir kısmı Selçuklu Devletinin egemenliği altında idi. Konya ise bu devletin başşehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve devletin hükümdarı Alâeddin Keykubad idi. 

Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems'te "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü. Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkubi ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar.

Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 pazar günü Hakk'ın rahmetine kavuştu. Mevlâna'nın cenaze namazını vasiyeti üzerine Sadrettin Konevi kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevi çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Siraceddin kıldırdı.

Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine, yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.

"Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir"





Mevlana'nın ünlü sözleri:
-Yine gel, yine gel, her ne olursan ol yine gel. İster kafir, ateşe tapan, putperest ol yine gel. Bizim bu dergahımız ümitsizlik dergahı değildir. Yüz defa tövbeni bozmuş olsun da yine gel

-Kendine gel, yepyeni bir söz söyle de dünya yenilensin! Sözün öylesine bir söz olmalı ki dünyanında sınırını aşmalı. Sınır nedir, ölçü ne? Bilmemeli!

-Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol.

-Biz birleştirmek için geldik, ayırmak için değil

-Güzel söyle de halk, yüzyıllar boyunca okusun. Allah'ın dokuduğu kumaş ne yıpranır, ne eskir.

-Kişi güneşe yüzünü döndü mü, gölgesi arkasında kalır. Artık o nereye giderse gitsin, gölgesi hep peşinden gelir. Lâkin kişi güneşe arkasını dönerse, gölgesi hep önünde kalır. Ne kadar ugraşsa da gölgesini yakalayamaz. İşte bunun gibi, insan, Allah'a yüzünü dönerse, mal-mülk, aile ve çoluk çocuğu aynı gölgesi gibi onun peşinden koşar. Fakat kişi Allah'a arkasını dönerse o kişi mal ve iyalim peşinden ne kadar koşarsa koşşun, gölgesini tutamayacağı gibi onlara nail de olamaz."











Mevlana Türbesi

Mevlana 12 Ocak 1231 tarihinde vefat edince türbedeki bugünkü yerine defnedilmiştir. Bu defin gül bahçesine yapılan ilk defindir.

Mevlana`nın ölümünden sonra kendisini sevenler Mevlâna`ya müracat ederek babasının mezarının üzerine bir türbe yaptırmak istediklerini söylemişlerse de Mevlâna "Gök kubbeden daha iyi türbe mi olur" diyerek bu isteği reddetmiştir. Ancak kendisi 17 Aralık 1273 yılında vefat edince Mevlâna`nın oğlu Sultan Veled Mevlâna`nın mezarı üzerine türbe yaptırmak isteyenlerin isteklerini kabul etmiştir. "Kubbe-i Hadra" (Yeşil Kubbe) denilen türbe dört fil ayağı (kalın sütun) üzerine 130.000 Selçukî dirhemine Mimar Tebrizli Bedrettin`e yaptırılmıştır. Bu tarihten sonra inşaat faaliyetleri hiç bitmemiş 19. yüzyılın sonuna kadar yapılan eklemelerle devam etmiştir.

Mevlevî Dergâhı ve Türbe 1926 yılında "Konya Âsâr-ı Âtîka Müzesi" adı altında müze olarak hizmete başlamıştır.1954 yılında ise müzenin teşhir ve tanzimi yeniden gözden geçirilmiş ve müzenin adı "Mevlâna Müzesi" olarak değiştirilmiştir.

Müze alanı bahçesi ile birlikte 6.500 m² iken, yeri istimlak edilerek Gül Bahçesi olarak düzenlenen bölümlerle birlikte 18.000 m²ye ulaşmıştır.

Müzenin avlusuna "Dervîşân Kapısı" ndan girilir. Avlunun kuzey ve batı yönü boyunca derviş hücreleri yer almaktadır. Güney yönü, matbah ve Hürrem Paşa Türbesi`nden sonra, Üçler Mezarlığı`na açılan Hâmûşân (Susmuşlar) Kapısı ile son bulur. Avlunun doğusunda ise Sinan Paşa, Fatma Hatun ve Hasan Paşa türbeleri yanında semahane ve mescit bölümleri ile Mevlâna ve aile fertlerinin mezarlarının da içerisinde bulunduğu ana bina yer alır.

Avluya Yavuz Sultan Selim`in 1512 yılında yaptırdığı üzeri kapalı şadırvan ile "Şeb-i Arûs" havuzu ve avlunun kuzey yönünde yer alan selsebil adı verilen çeşme, ayrı bir renk katmaktadır.






Huzûr-ı Pîr (Türbe)

Türbe salonuna Sokullu Mehmet Paşa`nın oğlu Hasan Paşa`nın 1599 yılında yaptırdığı gümüş kapıdan girilir. Burada bulunan iki vitrin içerisinde Mevlâna`nın meşhur eserlerinden Mesnevi`nin, Divân-ı Kebir`in en eski nüshaları sergilenmektedir. Türbe salonunu üç küçük kubbe örter. Üçüncü kubbeye post kubbesi de denilir ve yeşil kubbeye kuzey yönünden bitişiktir.

Türbe salonu doğuda, güneyde ve kuzeyde yüksekçe bir set ile çevrilir. Kuzeyde iki parça halinde yer alan yüksek setlerde 6 Horasan erinin sandukaları yer almaktadır. Horasan erlerinin hemen ayak ucunda ise İlhanlı Hükümdarı Ebû Said Bahadır Han için yapılmış nisan tası sergilenmektedir.

Yine burada yer alan iki levha, Mevlâna`nın felsefesini ve düşünce sistemini açıklaması açısından mühimdir.

1. levha Türkçedir ve şöyledir;

"Ya olduğun gibi görün Ya göründüğün gibi ol"

2. levha ise Mevlana`nın Farsça bir rubaisidir. Rubainin Türkçe çevirisi şöyledir;

"Gel, Gel, ne olursan ol, gel! İster kâfir, ister mecûsî, ister puta tapan ol, gel! Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kerre tövbeni bozmuş olsan da yine gel!"

Türbe salonunu doğuda ve güneyde çevreleyen yüksekçe set üzerinde ise Mevlâna ve babası Bahaeddin Veled`in soyundan gelme, 10`u hanımlara ait olmak üzere 55 adet mezar ile, Hüsameddin Çelebi, Selâhaddin Zerkûbî ve Şeyh Kerimüddin gibi Mevlevîlikte makam sahibi olmuş 10 kişiye ait toplam 65 mezar bulunmaktadır. Hanımlara ait mezarların üzerinde yer alan sandukalara sikke konulmamıştır.

Yeşil kubbenin tam altında Mevlâna`nın ve oğlu Sultan Veled`in mezarları yer almaktadır. Mezarların üzerindeki iki bombeli mermer sandukayı 1565 yılında Kanunî Sultan Süleyman yaptırmıştır. Sandukaların üzerinde yer alan altın sırma tellerle işlenilmiş Pûşîde ise Sultan Abdülhamid II. tarafından 1894 yılında yaptırılmıştır.

Halen Mevlâna`nın babası Bahaeddin Veled`in mezarı üzerinde bulunan ve bazı kişilerin "oğlu gelince babası ayağa kalkmış" dedikleri ahşap sanduka ise, bir Selçuklu şaheseri olup, 1274 yılında Mevlâna için yaptırılmıştır. Kanunî, Mevlana ve oğlu Sultan Veled`in mezarları üzerine 1565 yılında yeni bir mermer sanduka yaptırınca, ahşap sanduka buradan kaldırılmış ve sandukası olmayan Mevlâna`nın babasının mezarının üzerine konulmuştur.










Tilâvet Odası

Tilâvet Arapça bir kelime olup,Kur`an-ı Kerim`i güzel sesle ve usulüne uygun olarak okuma anlamına gelir. Geçmişte bu oda da Kur`an-ı Kerim okunulduğu için buraya tilâvet odası denmiştir. Halen Hat Dairesi olarak kullanılmaktadır.

Hat Dairesi`nde Mahmud Celaleddin, Mustafa Rakım, Hulusi, Yesarizâde gibi devirlerinin meşhur hattatlarının levhaları yanında, Sultan II. Mahmud`un yazdığı altın kabartma bir levha da yer almaktadır.

Semâhâne

Semâhâne bölümü, mescid bölümü ile birlikte XVI. yüzyılda Kanunî Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Semâhâne`de semâ, 1926 yılında dergâh müze oluncaya kadar devam etmiştir. Semâhâne`de yer alan naat kürsüsü ve müzisyenlerin oturdukları mutrib hücresi ile erkekler ve hanımlara ait mahfiller orijinal halleri ile korunurken, Semâhâne`nin uygun duvarlarında tarihi halılar ve yine vitrinler içerisinde madeni ve ahşap eserlerle Mevlevî musiki aletleri sergilenmektedir.

Mescid

Mescide çerağ kapısından girilir. Ayrıca mezarların bulunduğu huzûr- pîr ve semâhâne bölümlerinden de birer küçük kapı ile geçişler vardır. Bu bölümde müezzin mahfili ve mesnevîhân kürsüsü orijinal halleriyle muhafaza edilmektedir.
Mescidin güney duvarı üzerinde çok değerli halı ve ahşap kapı numuneleri sergilenirken, Mescid içerisine serpiştirilen 10 adet vitrinde de çok değerli cilt, hat ve tezhip numuneleri sergilenmektedir.

Halı Kumaş Bölümü - Derviş Hücreleri

Mevlâna Dergâhı`nın ön avlusunun batı ve kuzey yönünü çevreleyen, her birinde birer küçük kubbe ve baca bulunan 17 hücre bulunmaktadır. Bu hücreler Padişah III. Murat tarafından 1584 yılında dervişlerin ikameti için yaptırılmıştır.

Bu hücrelerden giriş kapısının sağında kalan dört hücre, halen gişe ve idare binası olarak kullanılmaktadır. Girişin solunda kalan 13 hücrenin baştan iki tanesi postnişîn ve mesnevîhân hücresi olarak, orijinal eşyaları ile teşhir edilmiştir.

En sondaki iki hücre ise değerli kitap koleksiyonlarını müzemize hediye eden Rahmetli Abdülbakî Gölpınarlı ile Dr. Mehmet Önder`in kitaplarına tahsis edilmiştir. Halen kütüphane olarak hizmet vermektedir.

Diğer 9 hücrenin ara duvarları kaldırılarak birbirine bağlı iki büyük koridor elde edilmiştir. Bu koridorlardan birinde ülkemizin Kula, Gördes, Uşak, Kırşehir gibi yörelerine ait tarihi halıları, diğer koridorda ise Konya İli`ne bağlı, Ladik, Karaman, Karapınar, Sille gibi yörelerde dokunmuş tarihi halılar sergilenmektedir.

Bu hücrelerin koridora açılan pencere ve kapı boşluklarına yapılan vitrinlerde ise Mevlevî etnografyasına ait pazarcı maşası, mütteka, nefîr gibi dergâhtan müzeye nakledilen tarihi nitelikteki eşyalarla, müze koleksiyonunda yer alan son derece değerli Bursa kumaşları sergilenmektedir.

Matbah Bölümü

Matbah müzenin güneybatı köşesinde yer alır. 1584 yılında Sultan III. Murat tarafından yaptırılmıştır. Dergâhın müzeye dönüştürülüğü 1926 yılına kadar yemek ihtiyacı burada karşılanıyordu.

1990 yılında yapılan onarımlardan sonra bu bölümün teşhir ve tanzimi mankenler ile yeniden yapılmıştır. Matbahın asıl işlevi olan yemek pişirme ve somat denilen sofrada yemek yeme adabı mankenlerle anlatılmaya çalışılmıştır. Matbahın diğer işlevlerinden olan Nev-ni-yâz denilen Mevlevî aday adayı saka postu üzerinde otururken, semâ talim çivisi yanında ise semâ dedesinin can tabir edilen Mevlevî derviş adayına semâ talim ettirişi anlatılmaya çalışılmıştır.

Kişisel notlar:

Mevlana müzesinin bahçe düzenlemesi gerçekten de çok güzel. Türk ve yabancı turistler tarafından ziyaretçi akımına uğruyor (Japon turistlerin çokluğu ve ilgisi de dikkat çekici). Müzenin bahçesinde yer alan Kültür Bakanlığı satış dükkanında Konya ve Mevlana'ya özel birçok hediyelik eşya var. Açıkçası ürünlerin kalitesi ve güzelliği için bakanlığı tebrik etmek lazım. Ne yazık ki birkaç ufak tefek ürün dışında fiyatlar özellikle türk ziyaretçiler için çok pahalı. Türbenin içine girince de insan ister istemez uhrevi bir havaya bürünüyor. Müze girişinde sesli rehberlik sistemleri belli bir ücret karşılığı ziyaretçilere veriliyor.  Müzekart geçerli.

30 Eylül 2011 Cuma

İnci Pastanesi / İstanbul







İstiklal caddesinde günümüze kadar müdavimlerine eşsiz bir profiterol sunan en önemli yerdir İnci Pastanesi. 1950'li (sanırım tam olarak 1944) yıllarda Luka Zigori tarafından kurulan İnci şimdi Musa Ateş'e emanet. Profiterolü kimilerine biraz ağır gelse de yolu Beyoğluna düşen herkesin tatması gereken sembol lezzetlerden biri olduğunu düşünüyorum...

12 Ağustos 2011 Cuma

Pessinus Antik Kenti






Hakkında bilgi:
Pessinus, Eskişehir Sivrihisar İlçesi, Ballıhisar Köyü yerleşimi altındadır. Antik Pessinus kenti, antik Kral Yolu üzerindedir. Ticaretin yanı sıra Kybele ve Attis için yapılan ayinleri ile de ün salmıştır. Pessinus, çok eski çağlardan beri Kybele Kültünün en önemli merkezidir. Ana Tanrıça Kybele'nin başında kuleye benzer yüksek bir taç vardır; Bu taç, onun, kentlerin ve tarımsal ürünlerin tek egemeni sayıldığının simgesidir. Aynı zamanda genç kızların da koruyucusudur. Kybele kültünün Frig Krallığının ilk zamanlarına, çok masraflı bir ilk tapınağın yapılmasını hatta şehrin kuruluşunu Frig Kralı Midas'a bağlayan geleneğe rağmen, şehrin kuruluşu daha eski çağlara dayanır. Söz konusu tapınak etrafında bir baş rahip tarafından yönetilen bir "Rahip Prensliği" gelişmiştir. M.Ö.205'ten itibaren I. Attalos'la Pessinus baş rahibinin arasında dostluk bağları kurulmuştur. Sibil kehanetinden sonra M.Ö.205/4 yıllarında Roma'yı Annibal'dan kurtarmak için Palatin'deki zafer tapınağına konulmak üzere Kybele'nin heykelini almak üzere bir Roma heyeti Bergama kralı aracılığı ile Pessinus'a gelmiştir.
Helenistik Çağda (M.Ö.3 yy.) Grek hakimiyeti altına giren Pessinus şehrinin yapı ve planları Yunan anlayışına göre düzenlenir. Mabet tamamen onarılır.
Meclis binası, stoa, yollar, kanal ve tiyatro kurulur. Pessinus, M.Ö.25 tarihinde Augustus zamanında Roma hakimiyeti altına girerek, şehir bu çağda çok gelişir ve büyür. Şehrin içinden geçmekte olan su kanalı mermerlerle onarılarak iki yanı heykellerle süslü muhteşem bir duruma getirilir. Hatta şehrin iç kısmandaki kanal tamamen mermer döşenerek içine merdivenlerle girilen bir havuz havasına bürünür. Şehir kendi adına para basma imtiyazına sahip olur. Mahalli Kybele dini inanç ve ayinlerine saygı daha da artar. Bizans Çağında şehir çok bakımsız kalır. Yeni bir şey yapılmaktan ziyade, eski yapılar sökülerek basit iskan malzemesi olarak kullanılır. Şahane sanat eserleri kırılarak temellerde yapı malzemesi olarak kullanılır. M.S. 800 yıllarından sonra ise şehir bütün vasıflarını kaybeder. Bundan faydalanan Jüstinianapolis (Sivrihisar) üstünlüğü ele alır.
Antik Pessinus Kenti'nde ilk kazılar 1967-1973 yılları arasında Prof. Dr. Pierre Lambrechts başkanlığında Belçika Gent Üniversitesi tarafından gerçekleşmiştir. Ara verilen arkeolojik araştırma ve kazılara, 1983 yılından bu yana Prof Dr. John Devreker başkanlığında devam edilmektedir. Kazıdan çıkan buluntuların taşınabilir olanları Eskişehir Arkeoloji Müzesinde, büyük buluntular, mimari parçalar da Pessinus Depo ve Açık Hava Teşhirinde yer almaktadır.
Kaynak: Turizm ve Kültür Bakanlığı.


Sivrihisar ilçesi Ballıhisar (Pessinus) antik kentinde, Belçika Gent Üniversitesi tarafından başlatılan kazılar, günümüzde Avustralya Melbourne Üniversitesi tarafından yürütülmektedir.
Eskişehir Valiliği'nin desteği ve Eskişehir Arkeoloji Müzesi'nin katkıları ile 1988 yılında bir açıkhava müzesi düzenlenmiştir. Antik kentte sürdürülen Kazılar sonucu ortaya çıkarılan taş eserlerin bir kısmı müzenin bahçesinde, küçük parçalar ise tek katlı yapıda sergilenmektedir.
Kaynak: Eskişehir Rehberi


Kişisel Notlar: Pessinus'a varmak açıkçası biraz sıkıntılı oldu. Çünkü ilk gördüğümüz tabeladan sonra hiçbir yerde bir tabelaya rastlayamadık ve gittiğimiz yolun doğru yol olduğundan emin olamadık. Pessinusa vardığımızda ise açıkçası biraz hayalkırıklığına uğradım. Köyün tam ortasında yer alan antik kentte bulunan taşlar ve yapıların bir kısmı sanırım köylülerin ot yakma çabaları sonucu otlarla beraber yanmış ve isten kararmıştı. Kapıya da kocaman bir girilmez yazısı asılmıştı. Bu yüzden ayrıntılı gezme, görme hevesimiz ne yazık ki kursağımızda kaldı....

5 Temmuz 2011 Salı

Suçıkan Müzesi (Oteli) Dinar



Suçıkan'dan bahsetmeden önce sanırım Marsyas'ın mitolojide yer alan acıklı hikayesinden bahsetmem iyi olur.

Marsyas:
Frigya'nın Kelanai (şimdiki Dinar) kentinde doğmuş Marsyas. Büyüdükçe müziğe merak sarmış. Frig havaları besteler, yurdunun doğa tanrısı Tanrı Pan'a ilahiler yazarmış. Yani öylesine severmiş müziği. O zamanlara kadar bir tuluma çeşitli düdükler takılır, öyle değişik sesler elde edebilirlermiş eski insanlar. Marsyas başka başka düdüklerden çıkan sesi, bir tek kamışa yedi delik açarak, bir düdükten elde etmiş. İşte bugün çaldığımız flüt kaval ve ney'in atasını Frigya'lı Marsyastır. Marsyas flütü icat etmekle kalmamış, çok da güzel çalarmış. Marsyass bir gün gür ormanlarla kaplı Frig dağlarında hem çalıp hem dolaşırken, güzel sanatlar Tanrısı Apollon' a rastlar ve Tanrıya meydan okur. Tanrı Apollon'un üç telli lir'i nasıl çaldığı dillere destan. Apollon bu küstahlığa çok kızar ama yarışmadan kaçmaz. Frig Kralı Midas, güzel sanatların koruyucuları dokuz peri kızı hakem olarak çağrılırlar. Tanrı Apollon üç telli lir'ini yine çok güzel çalar, Marsyas'da çok güzel çalar. Kral Midas birinciliği yurttaşı Marsyas'a verir. Tanrıya hiç saygısızlık yapılır mı? Apollon senin kulakların iyi duymuyor, onları büyütelim de bundan sonra daha iyi duyarsın diyerek Midas'ın kulaklarını eşek kulaklarına çevirmiş. Marsyas'a kızgınlığını da derisini yüzüp bir ağaca gererek göstermiş. Mouse'lar Marsyas'ın bu durumuna o kadar üzülür ve ağlarlar ki, gözyaşlarından bir ırmak oluşur. Marsyas Irmağı, Aydın'dan Yatağan'a giderken Çine yakınlarında bu ırmağı görürüz. (Günümüzdeki ismi Çine çayıdır). Gelelim Kral Midas'a. Eşek kulaklarını saklamak için büyük bir külahla dolaşır olmuş. Sırrını herkesten böyle saklıyormuş. Bir kral eşek kulaklarıyla halkının önüne çıkamaz ya. Gel zaman git zaman saçları uzamış kesilecek olmuş. En güvendiği berberin koltuğuna oturmuş. Sıkı sıkı tembih etmekten de geri kalmamış. Eğer sırrımı söylersen?Ama bu sırla yaşamak berbere ölüm. Kimseye de söyleyemiyor, gitmiş ıssız bir yere bulduğu bir çukura eğilip bağırmış "Midas'ın kulakları eşek kulakları" rüzgar almış bu sesi bütün Frigya'ya yaymış. Midas'ın sırrı ortaya çıkmış. Midas külahını çıkarmış. Ama öyle iyilik sever bir kralmış ki, onu seven halkı görmezlikten gelmişler Midas'ın eşek kulaklarını.


Gelelim şimdi Suçıkan'ın hikayesine;
Ben çocukken Didim'deki yazlığımıza giderken bir iki kere Suçıkan Otel'de konaklamıştık. 6-7 yaşlarının verdiği hayal gücü ve otelde okuduğumuz Marsyas efsanesinin de etkisiyle bu konaklamalar ablamla bana hem korku hem de heyecan yaşatmıştı. Otelin dış yapısının da taşlarla bezeli olması ve mağaranın girişinin otelden görülmesi de bu etkiyi arttırmıştı (Marsyas'ın derisinin girişine gerildiği rivayet olunan mağara). Yıllar içinde Dinar'dan ne kadar çok geçsem de tekrar Suçıkan'ı ziyaret etme fırsatı bulamamıştım. Geçtiğimiz günlerde eşimle Denizli'ye yaptığımız bir iş seyehati dönüşü Suçıkan'a uğrama fırsatı bulduk. 
Suçıkan Otel Belediye ve Avukat Mehmet ÖZALP'in çabaları sonucu Dinar tarihini belgeleyen bir müze'ye dönüştürülmüş. Şansımıza Mehmet Bey de oradaydı ve 5 katlı otelin katlarında ve odalarda sergilenen eşyaları hikayeleri ile birlikte tek tek bize tanıttı. Müze'de Dinar'ın tarihini belgeleyen fotoğraf ve eşyaların yanısıra eski zamanlarda kullanılan ve artık kayıp meslekler haline gelmiş birçok zanaatkarın (ayakkabı ustası, hallaç, demirci) kişisel eşyalarını da görmek mümkün. Müzedeki eşyaların neredeyse tamamı Mehmet Bey ve Dinar halkı tarafından bağışlanmış. Mehmet Bey'in bu güzel girişimi maalesef bazı yerlerde kendini bilmez kişiler tarafından hasar gördürülen eşyalar tarafından yara alsada kişisel çabalarla bu kadar başarılı bir yer kurulması takdire şayan. 
Birgün yolunuz Dinar'dan geçerse mutlaka Suçıkan'a uğrayıp müzeyi gezin ve müzenin bahçesinde rüzgarın o tatlı esintisiyle su kenarında bir çay için. Belki de Marsyas'ın ezgileri kulağınıza çalınır. Kim bilir?...