24 Ekim 2009 Cumartesi

Kırgızlar Türbesi / İznik


Yenişehir Kapı dışında surlardan 250 m. ileride İznik-Yenişehir asfaltının sağındadır. İznik'in Türkler tarafından fethi sırasında yararlılıklar gösteren Kırgız Türklerinin anısına, Orhan Gazi tarafından 1331 tarihinde inşa ettirilmiştir. İçinde yedi büyük ve bir çocuk lahdi bulunmaktadır. Türbe, mimarisi ile kalem işi süslemeleri bakımından büyük değer taşır.

30 Eylül 2009 Çarşamba

Tarihi Kırkpınar Yağlı Güreşleri / Edirne



Güreş, geleneksel Türk sporları içinde ön sıralarda yer alan ve yaşlı güreçilerle gelenekselliğini sürdüren bir spor türüdür.Kırkpınar güreşleri ile de bu geleneksellik devam etmekle ve devam ettirilmeye çalışılmaktadır.
Edirne 'nin 1361 yılında fethinden önce, Anadolu 'da bulunan Osmanlılar, Orhan Gazi devrinde oğlu Süleyman Paşa Komutasında 1356-1357 yıllarında Rumeli 'ye geçerler. Burada yaptıkları akınlar sırasında savaş yapmadıkları ve mola verdikleri günlerde zamanlarını aralarında çeşitli sporlar yaparak değerlendirirlerdi. Bir keresinde güreşe tutulan 40 yiğit içinden ikisi tutuştukları güreşi gece yarısına dek sürdürdükleri halde sonuçlandıramazlar ve ikisi de güreştikleri yerde can verirler. Arkadaşları bu iki yiğidi güreş yaptıkları yerde bulunan bir incir ağacının altına gömdükten sonra Edirne 'ye doğru akınlarına devam ederler. Edirne 'nin fethinden sonra Ahırköy Çayırlığına geldiklerinde, o incir ağacının civarında billur kaynaklı bir suyun Kırkpınar çayırlığına doğru aktığını görmüşler, bu nedenle de "Kırktı bunlar. Bu yakaya ilk ayak basanlardır bunlar" diyerek o yere Kırkpınar demişlerdir.

I.Murat Edirne 'nin alınmasından sonra, Edirne 'de bir güreşçiler tekkesi kurmuş ve bundan böylede her sene güreş yapılması bir gelenek haline gelmiştir.

Kırkpınar Edirne 'yi Ortaköy 'e bağlayan 35 km.lik yolun üzerinde, Simavina (Samona) ile Sarı Hızır Köyleri arasında bulunan ve Balkan savaşından sonra (1913) Yunanistan 'a bırakılan Nazif Ağa tarlası denilen Çimenlik bir yerin adıdır. Bu yerin bir tarafı Topçu Ali Ağa 'nın tarlası, bir tarafı çayırlık, bir tarafı Tikio 'lu (Totio 'lu) Recep Ağanın tarlası, bir tarafı Çilingiroğlu 'nun sebze bahçesi ve bir tarafıda Kırklar çeşmesidir. Bu Yiğitleri anmak ve güreş geleneğini sürdürmek için de güreşler 1923-1924 tarihlerinden itibaren Edirne 'nin "Sarayiçi" denilen yöresinde yapılmaya başlanmıştır.

www.edirne.gov.tr

Adalet Kasrı / Edirne




1562 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan'a yaptırılan Adalet Kasrı, Selçuklu Mimari tarzında ve ve taştan inşa edilmiştir. Bu kasır, Bakanlar Kurulu (Divan-ı Hümayun) ve Yargıtay olarak kullanılırdı. İlk katında Şerbethane, ikincisinde divan katipleri, en üst katta da Divan heyetinin toplandığı mermer salon bulunmaktaydı. Divan'ın toplandığı salon ortasında Edirnekari mermer bir havuz ve köşede kafes arkasında padişahın tahtı yer alır. Kasrın önünde iki taş vardır. Bunlardan sağdaki, seng-i arz, halkın dilekçelerini değerlendirilmek için üzerine bıraktığı taştı . Soldaki, seng-i ibrette ise ölüm cezasına çarptırılanların kelleleri sergilenirdi.

4 Eylül 2009 Cuma

Sveti Georgi Bulgar Kilisesi / Edirne







1880 yılında kurulan Sv. Georgi, Edirne’nin arka sokaklarında küçük bir Ortodoks kilisesi. Kurulduğundan bu yana aynı ailenin üyeleri papazlık yapıyor. Şu andaki Papazı Aleksandır Çıkırık. Gittiğimizde boş olan kiliseyi Bulgaristandan bir grup gelene kadar gezip, inceleme fırsatı bulduk. Kilisenin bakıcısı bize kısaca tarihini anlattı. Kilisenin üst katında ise Bulgar kültürünü tanıtan çeşitli kıyafetler ve takılar var. Bilgi veren yazıların neredeyse hepsinin Bulgarca yazılmasından dolayı bu yazıları okuyamasak da resimler ve objeler bize herşeyi anlattı. Çan kulesinden görülen Selimiye Camii manzarası ise gerçekten çok etkileyiciydi.


Kilisenin Tarihi
Edirne’de Bulgarların yaşadığı yıllarda Vali Rauf Paşa, Bulgar vatandaşların ibadet edebilmesi için bir kilise yaptırır. 1880’de açılan kilisenin papazlığını, Peterberon Erkek Sanat Lisesi’nin müdürü üstlenir. Balkan Savaşı patlar, okul kapanır. Müdür İstanbul’a göç eder, kilise papazsız kalır. Okulun son öğrencilerinden biri, Aleksandır Çıkırık’ın babası Filip’tir. Kilise cemaati yöneticiliği yapmış, papazlar yetiştirmiş bir aileden gelen Filip (Aleksandır Çıkırık'ın babası), görevi üstlenir. 1940’lı yıllarda, bakımsızlıktan harabeye dönene dek kilisede kesintisiz ibadet yapılır. Balkan Savaşı’ndan sonra Edirne’de cemaat yok denecek kadar azalmıştır. Uzun zaman kapalı kalan kilise 9 Mayıs 2004 tarihinde eski Bulgar kralı ve zamanın başbakanı Simeon Sakskoburgotski’nin de katılımıyla açılır.
Edirne’de Ortodoks cemaatin üyeleri 40 kişi civarında. Katolik ve Protestanların bir kilisesi olmadığı için onlar da ibadet için Sv. Georgi’ye geliyor. Şehirde 15 kadar Müslüman-Ortodoks evliliği var. Özel günlerdeki ayinler için Bulgaristan’dan bile gelenler oluyor. Bazılarının düğünlerini de burada yapmış. Müslümanlar, ayini merak ettikleri için kilisede mum yakıp gidiyorlarmış.

3 Eylül 2009 Perşembe

Selimiye Camii / Edirne



Edirne dendiği zaman akla ilk gelen yerlerden biri de tabi ki ünlü Selimiye Camii. Selimiye'nin methini, azametini, muhteşemliğini duymuştum ama gözlerimle gördüğümde daha da çok etkilendim ve Mimar Sinan'ın dehası karşısında bir kez daha hayran kaldım. Selimiye Caminin etkisi daha içine girmeden görkemiyle sizi etkilemeye başlıyor. Bu etki caminin içine girdiğiniz anda doruk noktasına ulaşıyor. Osmanlı döneminin en önemli eserlerinden olan bu önemli cami mutlaka gidilip, görülmesi gereken yerlerden bir tanesi...


Selimiye Camii hakkında bilgiler
Mimar Sinan'ın 80 yaşında yaptığı ve "ustalık eserim" dediği anıtsal yapı Osmanlı-Türk sanatının ve dünya Mimarlık tarihinin baş yapıtlarındandır.Yapının mülkiyeti Sultan Selim Vakfındadır. Edirne-Merkez Yeni Mahallededir.
Edirne'nin ve Osmanlı İmparatorluğu'nun simgesi olan cami,kentin merkezinde, eskiden Sarıbayır ve Kavak Meydanı denilen yerdedir.Burada daha önce Yıldırım Bayezid'in bir saray yaptırdığı bilinmektedir. 1569-1575'te Sultan II.Selim'in emriyle yaptırılmıştır.Çok uzaklardan dört minaresi ile göze çarpan yapı, kurulduğu yerin seçimiyle, Mimar Sinan'ın aynı zamanda usta bir şehircilik uzmanı olduğunu da göstermektedir. Kesme taştan yapılan cami iç bölümüyle 1.620 m2'lik,tümüyle 2.475 m2'lik bir alanı kaplar. Mimarlık tarihinde en geniş mekana kurulmuş yapı olarak nitelenen Selimiye Camisi, yerden yüksekliği 43.28 m. olan, 31.30m. çapındaki kubbesiyle ilgi çeker.Ayasofya'nınkinden daha büyük olan Kubbe, 6 m. genişliğindeki kemerlerle birbirine bağlanan 8 büyük payeye oturur. Köşelerde dört, Mihrap yerinde bir yarım kubbe merkezi kubbeyi destekler.
Yapıyı, kubbe kasnağında 32 küçük pencereyle, yüzlerdeki üst üste 6 dizide çok sayıdaki pencere aydınlatmaktadır. Mimar Sinan'ın yarattığı 8 dayanaklı cami planının en başarılı örneğidir. Önünde 18 kubbe ve 16 sütunla çevrili revak bulunmaktadır. Ortada, mermerden zarif bir şadırvan vardır. Son Cemaat yeri, kalın yuvarlak 6 sütun üzerine 5 kubbelidir. Mermer işlemeli giriş kapısının üzerindeki kubbe yivli, diğerleri düzdür. Caminin 3.80 m. çapında, 70.89 m. yüksekliğindeki üçer şerefeli dört zarif minaresi vardır. Giriş yönündekilerle şerefelere tek yolla, diğer ikisinde ise üç şerefeye ayrı ayrı yollardan çıkılmaktadır.
Cami, mimari özelliklerinin erişilmezliği yanında taş, mermer, çini, ahşap sedef gibi süsleme özellikleriyle de son derece önemlidir. Mihrap ve minberi mermer işçiliğinin baş yapıtlarındandır. Ortasında 12 mermer sütuna oturan müezzin mahfili yer alır. Sağda kitaplık bulunmaktadır. Mihrabın solunda Hünkar Mahfili vardır. Bunun alt bölümü tavanındaki özgün kalem işleri dönemin tüm canlılığını göstermektedir. Yapının çini süslemelerinin, Osmanlı ve dünya sanatında ayrı bir yeri vardır. XVI. yy çiniciliğinin en güzel örnekleri olan bu çiniler, sır altı tekniğinde olup İznik'te yapılmıştır. Mihrap duvarı, minber köşk duvarı, Hünkar Mahfili duvarlar, kadınlar mahfili, kemer köşelikleri, kıble yönündeki pencere alınlıkları çinilerle bezenmiştir. Mihrap duvarındaki büyük çini panolarda al, mavi çiçek ve yaprak süslemeler, pencere üstlerinde lacivert üzerine ak, sülüs elhem suresi yazılı kartuşlar, en üstte de geniş bir ayet bordürü yer alır. Minber Köşkündeki çini pano, lacivert üzerine ortada kırmızı, ak bahar çiçekli ağaç altında yaprak, sümbül ve lalelerle bezenmiştir.
Hünkar mahfili zenginliği ve çeşitliliği ile ilgi çeker. Mermer mihrabın sivri kemerli alınlığında lacivert üzerine ak sülüsle, ayet yazısı göze çarpar. Bu bölümde kırmızı, mavi, yeşil renkli şakayıklar, bahar ağaçları, ak üzerine iri mavi rozetli ve çevresi çiçekli panolar, baklava biçimi yapraklar arasında karanfiller ve bahar dalları XVI.yy çinilerinin en güzel örnekleridir. Hünkar mahfili çinileri arasında, bir Saraydan getirilerek buraya sonradan konmuş olabileceği düşünülen iki elma ağacının oluşturduğu elmalı panonun Osmanlı çinilerinde özgün süsleme olarak ayrı bir değeri vardır. Bu bölümde sivri kemerli pencere alınlıklarında, lacivert üzerine ak sülüsle ayetler ve iki pencere arasında tepede yine lacivert üzerine ak kufi yazılı kare pano da ilgi çeker. Hünkar mahfili duvarlarının yarısını kaplayan bu çiniler, mihrap çinilerinden daha niteliklidir. Ancak, düzenleme ve anıtsallık yönünden daha yalındır.
Selimiye Camisinin taş duvarlarla çevrili geniş dış avlusunda, Darül-Sübyan, Darül-Kur'a ve Darül-Hadis yapıları bulunmaktadır. Bu yapıların bir bölümü ve medrese, Edirne Müzesi'nin çeşitli bölümlerini oluşturmaktadır.
Cami terasının altında yer alan Arasta (çarşı), III.Murat zamanında Selimiye'ye vakıf olarak yaptırılmıştır. Mimarı Davut Ağa'dır.



Selimiye'nin Yapı Malzemeleri 
Edirne piyasasından sağlanmıştır. İnşaata ilişkin belgelerde, Enez'den bazı direklerin, Fere'den bir renkli Taşocağı ürünlerinin ayrıca, Marmara Adası'ndan ve Kavala'dan mermer getirildiği yazmaktadır. Evliya Çelebi, beyaz mermerden yapılan avlu için Atina'dan ve Temaşalık denen bir yerden gelen altı sütundan sözeder. Yine Evliya Çelebi Kıbrıs'tan ve Hüdavendigar Sancağı'nın Aydıncık Kasabasından Getirilen diğer sütunların birer Mısır Hazinesi kadar harcama yapmayı gerektirdiğini belirtir. Bazı Kaynaklarda Selimiye Caminin yapım masrafının Kıbrıs'ın Fethinden elde edilen gelirle karşılandığı da söylenmektedir.

Selimiye inşaatı 1568'de başlatılmış, 27 Kasım 1574 günü açılması kararlaştırılmış, 1575 Yılında ibadete açılmıştır.


Selimiye Avlusu
Avlu yaklaşık birbirine eş iki Dikdörtgen alandan oluşur. Avluya giren kapıların en görkemlisi batı yönüne açılır. Buradaki kapıdan girildiğinde beyaz mermerden çatısız ve çanak şeklinde bir şadırvanlakarşılaşılır. Bu onaltıgen şadırvan Osmanlı Mimarisi Klasik Döneminin en güzel tasarımlarından biridir.
Şadırvanla avluda 18 kubbe 16 sütun bulunur. Selimiye'nin dış avlusu Camiyi üç taraftan çevirir.
Selimiye Camisi'nin taş duvarlarla çevrili geniş dış avlusunda Dar-ül Sübyan, Dar-ül Kur-a ve Dar-ül Hadis Yapıları bulunmaktadır.
Bahçe kapılarının sayısı Sekizdir. Bunlardan Mimar Sinan Caddesi'ne doğru açılana, önceleri, Alay Kapısı; Kıble tarafındaki küçük kapıya; Dilenci Kapısı, doğuya dönük ortadakine de; Darphane Kapısı denmekteymiş...
Caminin batıdaki büyük kapısıyla birlikte dört kapısı vardır.
Selimiye bahçesinde üç Anıt Ağaç (Londra ve Doğu Çınarı) bulunmaktadır.
Selimiye'nin Kubbesi
Selimiye'nin kubbesi Sanayi öncesi mimaride tek kubbeli Mekan yapılarının gelişmesini en son noktasına ulaştıran bir "doruk nokta" olarak kabul edilir.
Yüksekliği 43.28 m. çapı 31.22 m. olup ağırlığı 2000 tondur ve sekiz sütun (filayağı) üzerine oturtulmuştur. Selimiye'nin kubbesi Osmanlı Mimarisi'nin olduğu kadar,kubbeli yapı geleneğinin en büyük aşamsıdır. Kubbedeki kalem işi süslemeler 1978-1985 yılları arasında restore edilmişlerdir.




Selimiye Camisi Hakkında Ayrıntılar
Selimiye, varlığı ile, Türk Tarihindeki Edirne'ye güç katarak Ona simgesel bir nitelik kazandırmıştır. Yalnız zamanımızın araştırmacıları değil, eski yazarlar da Selimiye'nin bir başyapıt olduğu konusunda birleşirler.
Ernst Diez bu cami için şunları söyler: "Selimiye; mekan büyüklük, yükseklik, topluluk ve ışık etkisi bakımından yeryüzündeki bütün yapılardan üstündür."
Bu cami Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'daki gücünün hala devam ettiği 16. yüzyıldaki politik egemenliğini de vurgulayan "son sultan yapısıdır".
Bir başka anlatımla Selimiye, Osmanlı Mimari Söyleminin ideal bir ifadesidir. Günün her saatinde kullanılan bu "Kent Tacı" politik gücün dini yapıda somutlaşan gösterisi anlamında, simgesel bir amacı da yerine getirir.

Şadırvandan Akan Zemzem Suyu

Müezzinler Mahfeli'nin tam altında bulunan şadırvancık, Mermerdir. Evliya Çelebi bu şadırvanın havuzunu Bursa Ulu Cami Havuzuna benzetmektedir.Halk arasında şadırvandan akan suyun zemzem Suyu olduğuna inanılır.

Ters lale Motifi
Müezzinler Mahfeli'nin kuzeydoğu yönünde; köşedeki mermer ayağında, Bir küçük ters lale motifi bulunur.Yaygın söylenceye göre bu lale, Cami arsasının sahibi olan ve burada lale yetiştiren kişinin, arsaya Cami yapımı için çıkardığı güçlük ve ters tutumunu sembolize etmektedir.
Bazılarına göre caminin yapımında çalışan kör bir ustanın ürünü olan bu lale için, halk arasında, başka inançlar da vardır. Örneğin, Allah ve lale sözcüklerinde aynı harfler bulunması nedediyle bu çiçeğe Mistik bir anlam kazandırılmış ve kutsal sayılmıştır. Ayrıca eski Harflerle yazılmış lale sözcüğü tersten okunduğunda Osmanlılar'ın Kutsal alameti olan hilal okunur.
Bir başka yaklaşım da Mimar Sinan'ın o günlerde hastalanan ve ölen Torunu Fatma ile ilgilidir. Buna göre zaten kalın boğumuyla yeteri kadar bozulmuş lale motifi Sinan'ın torunuyla ilgilendiği ve moralinin Bozuk olduğu günlerde bir kalfa tarafından kondurulmuştur.
Selimiye'deki ters lale motifi, ziyaretçilerce, günümüzde de en çok Merak edilen cami öğelerinden biridir ve farklı söylenceleri olma özelliğini sürdürmektedir. Ters lale Dahil Selimiye Çinilerinde 101 Ayrı Lale Motifi Kullanılmıştır. Selimiye Camisi'nde sıva üstü ve ahşap boyama kalem işlerinde değişik Lale motifleri kullanılmıştır.


Hünkar Mahfeli
Caminin sol ön köşesindedir ve buna Sultan Mahfeli diyenler de vardır. Dört sütuna oturtulmuş olup sütunlar dört kemerle bağlanmıştır. Burada bulunan çinilerin önemli bölümü 1878 Osmanlı - Rus Savaşı Döneminde Ruslar tarafından sökülüp götürülmüştür.
1913 yılındaki Bulgar kuşatmasında camiye isabet eden top izlerinden biri hala görülebilir durumdadır. Sultan Mahfeli yönünde ve kubbecikte bulunan bu iz, 1930 yılında Atatürk'ün Edirne'ye yaptığı ziyarette Onun emriyle ve bir "ibret" olarak yerinde bırakılmıştır.
Selimiye Minareleri
Caminin kareye yakın ve enine dikdörtgen planlı, dört köşesinde Bulunan minareler yapıyı çevreleyen ve büyük kubbeyi kucaklayan bir görünüm sunar. Böylece minareler merkezi bir planı vurgularken yapıya Dikeylik özelliği de katarlar.
Dört minarede 380 cm. çapında, külaha kadar 70.80 m. külah ve alem dahil 85 m. yüksekliğindedir. Selimiye'den yüksek tek minare ise Delhi'deki Kutb-Minar'dır. Ancak bu minare Selimiye minarelerine göre çok kalındır.
Selimiye Camisi, bütünü meydan getiren her bir özelliği ile ilgi çekici olmakla beraber, bu bütünün ortaya koyuluş biçimi ve tüm yönlerin içinde herhangi birinin öne çıkmayarak bütünün içinde yer alması ile diğer abidevi eserlerden ayrılmaktadır.


Selimiye'ye İlişkin İnançlar ve Söylenceler
Halk arasında Selimiye'yi yüceltme arzusundan kaynaklanan söylencelerin bazıları zamanla inanç haline dönüşmüştür. Bunda bazı Yazı ve yazarların payı olduğu da söylenebilir. Bilimsel anlamda doğrulanmayan veya büsbütün yanlış olduğu ortaya konulan söylence ve inançlar için şu örnekler verilebilir:
Selimiye'nin kubbesi Ayasofya'dan büyük değildir. Ancak Mimar Sinan'ın Ağzından yazıldığı belirtilen "Tezkiret-i Bünyam"da Selimiye anlatılırken: "Kubbeyi, Ayasofya kubbesinden altı zira kadrin ve dört azra derinliğin ziyade eyledim." dediği belirtilir. Gerçekten de Selimiye kubbesi yarıküre, Ayasofya kubbesi oval ve bsıktır. Selimiye'nin kubbe çapı 31.22 m., Ayasofya'nın ise 30.90 ile 31.90 arasınnda değişen hafif oval bir kubbedir. Bu da hemen hemen Eş büyüklükte oldukları anlamına gelir. Mimar Sinan Selimiye'de Osmanlı Mimarisi'nin özlemini çektiği mekan bütünlüğünü gerçekleştirdiği için kendisiyle övünmektedir.
Müezzinler Mahfeli altındaki şadırvandan akan su zemzem suyu değildir. Pencereleri 999 adet olmayıp "Eğer bin olsaydı Mekke yerine geçecekti." görüşü yanlıştır. Çünkü pencere sayısı söylenenin Neredeyse yarısı kadar olup haremde 342, harem avlusunda 42 pencere bulunmaktadır. Şerefe sayılarının toplam 12 oluşu İkinci Selim'in Padişahlık sıralamasındaki 12. yeriyle ilgilidir görüşü tartışmalara açıktır. Bazı tarihçiler I. Süleyman ve Musa Çelebi'yi padişah kabul eder, bazıları etmez. İkinci Selim'in 12.ciliği ise, bu yaklaşımlara göre, değişmektedir.
Selimiye Kıbrıs ganimetleriyle yapılmamıştır veya Padişah'ın rüyasında Kıbrıs'ı alırsam Edirne'de yaptıracağım." şeklinde Hz.Muhammet'e söz vermesiyle ilgili olamaz. Çünkü; caminin yapımı Kıbrıs'ın alınmasından önce başlamıştır.
"Minarelere hangi yönden bakılırsa bakılsın iki adet görülür." Değerlendirmesi yanlıştır. Minareler çok yerde üçer görülebilir.
Terslale konusu çok yorumludur. Örneğin; Selimiye'nin yapıldığı yerin özel bir kişiye ait lale tarlası olduğu da kabul edilemez. Çünkü o Alan Edirne'de ilk Saray'a aittir.
Caminin altında kayıkla gezilebilecek oranda su bulunduğu da kanıtlanamamıştır.
Diğer yandan halk arasında yaygın olarak şunlara inanılır:
"Cami kubbesi tektir çünkü Allah birdir. Camisi pencereleri beş Kademelidir; çünkü, İslamın şartı beştir. Vaaz kürsülerinin dört oluşu İslam'da dört mezhebin varlığına işaret eder. Selimiye Külliyesindeki 32 kapı, İslam'ın 32 farzıdır. İki minarede toplam altı yol oluşu, İmanın altı şartını işaret eder." 


Gülhane Parkı


Şarkılara, şiirlere bile konu olan Gülhane parkına daha önce gitme fırsatım olmamıştı. Sanırım bunun en büyük nedenlerinden biri de önceki yıllarda park hakkında basında yazılan olumsuz yazıların beni bir şekilde negatif etkilemesiydi (kirliliği vs.). Geçtiğimiz günlerde Sultanahmete gittiğimde bu parkı gezme fırsatı bıldum ve daha önce gitmediğime pişman oldum. Park gerçekten çok temiz, çok bakımlı ve huzur vericiydi. Özellikle güzel havaların kısmen devam ettiği bu günlerde İstanbulda gidip görülmesi yerlerden biri Gülhane Parkı. Parkta yapılacak en keyifli şeylerden biriyse parktaki çay bahçesinde eşsiz boğaz manzarası eşliğinde çay keyfi yapmak...

Gülhane Parkının Tarihçesi
Eminönünde yer alan tarihi bir parktır. Alay Köşkü, Topkapı Sarayı ve Sarayburnu arasında yer alır.

Gülhane Parkı, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Topkapı Sarayı'nın dış bahçesiydi ve içinde bir koru ve gül bahçelerini barındırırdı. Cemil Paşa (Topuzlu) zamanında düzenlenerek 1912 yılında park haline getirildi ve halka açıldı.
Toplam alanı 163 dönüm kadardır. Parkın girişinde sağ tarafta İstanbul belediye başkanlarının büstleri vardır. Ayrıca, Sarayburnu kısmında Atatürk'ün Cumhuriyetten sonra dikilen ilk heykeli (3 Ekim 1926) bulunur. Heykel, Avusturalyalı mimar Kripel tarafından yapılmıştır. Parkın ortasından iki yanı ağaçlı yol geçer. Bu yolun sağında ve solunda dinlenme yerleri, çocuk bahçesi bulunmaktadır. Boğaza doğru kıvrılarak inen yokuşun sağında ise Romalılardan kalma Gotlar Sütunu (bkz. Gotlar Sütunu) vardır.
Parkın Sarayburnu kısmı eskiden Sirkeci demiryolu hattı üstünden bir köprüyle ana parka bağlıydı. Bu kısım sonradan sahilyolu (1958) ile parktan ayrıldı.

Atatürk, halka latin harflerini halka ilk defa bu parkta 1 Eylül 1928 tarihinde gösterdi. Atatürk'ün naaşı Ankara'ya gönderilirken, İstanbul'daki son tören Gülhane Parkı'nın Sarayburnu bölümünde 19 Kasım 1938 tarihinde yapıldı. Tabut, top arabasından 12 general tarafından alınarak Yavuz zırhlısına götürülmek üzere rıhtımdaki bir dubaya yanaşan Zafer destroyerine konuldu.

Yıllardır çok kötü ve harap bir şekilde bulunan park 2003 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edilerek, eski görkemli günlerini aratmayacak bir duruma getirildi.

Gotlar Sütunu / Gülhane Parkı


Topkapı Sarayı dış bahçesinde,Gülhane Parkı Sarayburnu girişinde bulunan Ve Roma Devri'nden günümüze hiç değişikliğe uğramadan gelen en eski abidedir. 3.veya 4.yy'da dikilmiş olan sütun yüksek kaide üzerinde 18.5 m boyunda Prokonnessos mermerinden tek bir blok halinde yapılmıştır. Sütun başı korint üslubunda kartal arması ile süslüdür. Got'lara karşı kazanılan zaferden bahseden kitabe satırlarından dolayı Gotlar Sütunu adıyla anılır (FORTUNAE REDUCI OB DEVICTUS GOTHOS). Bu kısa kısım "Gotların yenilgisi sebebi ile geri dönen Fortuna'ya" anlamında gelmektedır. Genel inanışa göre bugünkü kitabe Claudius'un Gotlara karşı kazandığı zaferi anmaktadır. Fakat I. Konstantin'in, 331-332 tarihlerinde Got kabilelerine karşı kazandığı galibiyetleri zikretmesi de muhtemeldir.

6. yüzyıl tarih yazarı Lidyalı İonnes, sütün başlığının aslen Yunan Şans ve Baht Tanrıçası olan Tykhe'nin bir heykelini taşıdığını söyler. Tyhke'nin pagan tanrıçası olması nedeniyle, Hristiyanlığın resmi din olmasından sonra kaldırılmış olabilir. 14. yüzyıl tarihçisi Nikephoros Gregoras'a göre sütun Byzantion'a adını veren Megaralı Byzas'ın bir heykelini taşımaktaydı. Bu iddianın nedenlerinden biri de şehrin kurucularının karaya çıktığı yerin, kolonun çok yakınlarında olmasıdır.

31 Ağustos 2009 Pazartesi

Gelibolu Mevlevihanesi








Gelibolu Mevlevihanesi ülkemizde bulunan Mevlevihaneler arasında hem en büyük araziye, hem de en büyük semahaneye sahip olan mevlevihanedir. Yaklaşık 400 yıllık geçmişe sahip olan bina bir süre askeri bölge içinde kaldıktan sonra (hatta bahçesinin günümüze gelebilen giriş kapılarından biri hala yandaki askeri arazinin içinde) 1994 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından satın alınmış ve yapılan onarımlardan sonra 2005 yılında tekrar semahane olarak kullanılmaya başlamış.
Mevlevihane'ler büyük Türk düşünürü Mevlana Celaleddin-Rumi (1207-1273)'nin düşünceleri doğrultusunda oğlu Sultan Veled tarafından şekillendirilen Mevleviliğin yaşandığı merkezlerde olup derviş yetiştirilen asihaneler ve sadece bulundukları yerlerde Mevleviliği temsil eden Mevlevi zaviyeleri olmak üzere iki kısımda değerlendirilir.

Tarihi
Mevlevihanenin banisi ve ilk postnişini (Postnişin, Alevi Bektaşi toplumunu temsil eden ocakların başında bulunan insanlara verilen addır. Her ocağın bir postnişini olur). Yeniçeri Ağalarından Kara Hasan Ağa’nın oğlu Azade Mehmet Hakiki Dede’dir. Azade NMehmet Hakiki Dede gençliğinde bütün malını kardeşi Asaf Ağa’ya bağışlamış ve dünya ile bağlantısını keserek Konya Mevlâna Dergahı’nda I.Bostan Çelebi’nin müridi olmuştur. Burada uzun süre hizmet ettikten sonra hilafet almış ve Gelibolu’ya dönmüştür.Gelibolu’daki Âhi Dede Zaviyesinde mesnevi dersleri vermiş, öğrencilerinin sayısının artması üzerine Asaf Ağa’nın geri verdiği malları ve dostlarının yardımı ile bu zaviyenin yanına bir Mevlevihane yaptırmıştır. Bu mevlevihanede ölümüne kadar (1653) postnişinlik yapmıştır.

Gelibolu Mevlevihanesi’nin vakfiyesi bulunamadığından mevlevihanenin ne zaman kurulduğu hakkında kesin bir tarih verilememektedir. Ancak Ohrili Hüseyin paşa’nın 1621 tarihinde Sadrazam oluşundan önceki bir tarihte kurulduğu sanılmaktadır. Sultan II.Mustafa döneminde Lapseki’deki Bayramdere arazisinin gelirleri buraya tahsis edilmiştir. Sultan III.Mustafa zamanındaki 1766 depreminde Mevlevihane büyük hasar görmüş ve 5833.5 kuruş harcanarak onarılmıştır. O zamanki kayıtlardan mevlevihanenin köfeki taşından minareli, kiremit çatılı iki katlı semahanesinin olduğu öğrenilmektedir. Ayrıca semahanenin yanında kadınlar mahfili, divanhanesi, ocaklı köşkü, abdest alma yerleri, derviş hücreleri, şeyhin haremi, kütüphanesi de bulunuyordu.

Mevlevihane Sultan III.Selim zamanında 1805’te Kalyoncuzade Mustafa Efendi tarafından 8974 kuruş harcanarak yeniden tamir edilmiş ve Lapseki’nin Güreci Karyesi vakıf olarak verilmiştir. Sultan Abdülmecid de Çamhas ve Çeltikçi tımarlarını buraya vakfettikten sonra 47.430 kuruş harcayarak eski yapıları genişleterek yeniden yaptırmış ve doğu yönündeki kapısı üzerine de 1840 tarihli kitabesini koydurmuştur. Mevlevihane 1850-1851 yıllarında 95.390 kuruş sarfedilerek yeniden onarılmış ve batıdaki taç kapısı önüne bunu belirten bir kitabe yerleştirilmiştir. Sultan II.Abdülhamid 1899-1900 yıllarında semahane-türbeyi yenilemiş ve bunu belirten kitabeyi de semahane kapısına koydurmuştur. Mevlevihane 1908 yılında yeniden onarılmıştır. Mevlevihane uzun süre askeri bölge içerisinde kalmıştır. Yıkılan mescidinin müştemilatının yerine askeri bir hastane yapılmıştır. 19080’den önceki yıllarda mevlevihanenin cephesi ve çatısı onarılmış, güney cephesi kesme taşla kaplanmıştır. Bundan sonra 1994’te Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından satın alınarak onarılmıştır. Mevlevihane’nin eski durumu XX.yüzyılın başlarında çekilmiş resimlerden anlaşılmaktadır. Oldukça geniş bir avlu içerisindeki mevlevihanenin kuzeyinde kesme taştan kiremit örtülü semahane-türbe binası, onun güneyinde hamuşan (dedeler mezarlığı) bulunuyordu. Hamuşanın doğusundaki taç kapıdan mescit, derviş hücreleri, selamlık ve harem dairesine geçiliyordu. Semahane-türbe 28.6x35.00 ölçüsünde dikdörtgen planlı olup, diğer bölümlerden ayrılmıştır.

Bu mevlevihane Yenikapı ve Bahariye mevlevihanelerinin plan düzenine benzemektedir. İç mekan birbirlerine kemerlerle bağlanmış 15 sütunun taşıdığı sekiz bağdadi kubbeden oluşuyordu. Bu kubbelerin dışında kalan bölümler ahşap bir tavanla örtülmüştür. İçerisi iki sıra halinde 44 pencere ile aydınlatılmıştır. Semahanenin doğusunda bulunan korinth başlıklı altı sütunun taşıdığı 9.50 m. ölçüsünde bir kubbe ile örtülü türbe bulunmaktadır. Türbe 13.50x26.00 m. ölçüsünde olup, güney yönündeki talik yazılı bir kapıdan girilmektedir. Türbede Azade Mehmet Dede’nin sandukası bulunmaktadır. Gelibolu Mevlevihanesi Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce onarılarak 2005’te ziyarete açılmıştır.

Mevlevihaneye giriş 1.5 TL ve bazı tarihlerde sema törenleri düzenleniyor.

Geçmişten günümüze Galata Köprüsü ...

29 Ağustos 2009 Cumartesi

Galata Köprüsü


İlk Galata köprüsünün 1453’de, kuşatma esnasında kullanılmak üzere, yine haliç’te arz-ı endam ettiğini söylüyor tarihçiler. Daha sonraki dönemlerde yapılacak yeni köprüler için Leonardo Da Vinci’den Michelengelo’ ya kadar dönemin bir çok önemli ismi projeler geliştirmiştir. En önemli girişim 2. Beyazıt döneminde gerçekleştirilen; Leonardo Da Vinci'nin, Padişah’la temasa geçerek tasarımını sunduğu, fakat dönemin şartlarında gerçekleştirilemeyeceğine karar verilince vazgeçilmiş girişimdir.


Köprünün Leonardo Da Vinci tarafından çizilen ilk taslakları, codex leicester adlı defterinde yer almaktadır. Bu defter şu anda Bill Gates'e aittir. Leonardo'nun defterlerindeki notları arasında, 1502 yılında Osmanlı İmparatorluğu padişahı Sultan II. Bayezid'e Haliç üzerine yapılması için sunduğu 240 metre uzunluğunda bir köprü tasarımı bulunur. Çizimleri kabul edilmez. Yıllar sonra 2001 yılında, benzeri bir köprü Norveç' de yapılır. (Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 17 Mayıs 2006 tarihinde, Çırağan Sarayı, Yıldız Sarayı ve Sümela Manastırı restorasyonlarını yapan Bülent Güngör tarafından Leonardo'nun orijinal planında olduğu gibi bir köprü yapılacağını açıklamıştır. Bu köprü, orijinalinde olduğu gibi 240 metre uzunluğunda, 8 metre genişliğinde ve denizin 24 metre üstünde olacaktır Ancak bu şimdiye kadar hayata geçirilememiştir ne yazık ki).
Ancak Haliç’te, bu noktada kayıtlardaki ilk köprü 1845 yılında yapılmış, 18 sene hizmet vermiş adına da “cisr-i cedid” denilmiştir. İkinci galata köprüsü, 1863 yılında sultan Abdülaziz döneminde, ahşap olarak inşa edilmiştir. Üçüncü galata köprüsü ise 1875 yılında tamamlanan, 480 metre uzunluğunda, 14 metre genişliğinde, 24 duba üzerine kurulmuş bir köprü olarak tarihe geçmiş ve 1912’ye dek İstanbul’a hizmet vermiştir. 4. Galata köprüsü 350 bin altına yaptırılan, 466 metre uzunluğundaki, 25 metre genişliğindeki köprüdür, 27 Nisan 1912 günü hizmete açılmıştır.

Yaşayan bir tarih: Rebul Eczanesi

Rebul eczanesi 1895 yılında Paris’teki eczacılık fakültesinden mezun olan Jean Cesar Reboul un Trabzon Hopa yolu nu inşa eden şirketin mühendisi olan babasını ziyarete gelmesi ile başlar. İstanbul un güzelliği ve büyüsü bu genç eczacıyı öylesine etkiler ki Rue de Pera denilen bu günkü İstiklal caddesinde yeni bitirilmekte olan Roumelie hanın altında eczane açmaya karar verir. Kendiside Pendik’te bir köşkte oturan bay Reboul geçen zaman içersinde bir anda en tanınan eczanelerden biri konumuna gelir.

1920 yılında ise orta okuldan fark imtihanı vererek üniversiteye geçebilen Kemal isimli genç eczacı adayı mesleki deneyimini arttırmak için staj yapmak üzere bay Reboul a başvurur. Ancak Rue de Pera da Fransızca bilmeyene iş verilmez sözü ile geri döner. Bunu kabullenemeyen genç Kemal bir yıl Fransız konsolosluğunun gece lisan kursuna gider ve ertesi yıl bu sefer Fransızca staj yapmayı talep eder. Bu azim karşısında itiraz edemeyen Reboul Kemali staja alır. İşte o günden itibaren anne ve babasını on dört yaşında kaybeden ve ikisi çocukken ölen yedi kardeşten biri olan Kemal canla başla çalışarak geleceğinin temelini atmaya başlar. 1923 yılında daha 19 yaşına gelmiş olan Kemal Eczacılık okulundan mezun olunca Bayramiç hükümet tabiiliğine tayin olur. Ancak bay Reboul ondaki kıvılcımı kayıp etmek istemediğinden o günün yüksek ölçüsü olan İstanbul valisine yakın bir maaşla onu eczanesi Grand Pharmacie Reboul de işe alır.
Bay Reboul un tüm prensiplerini kabul ederek ortaya koyduğu çalışma ve yükselme azmi ile eczanede önce Reboul un başlattığı özel formül kremleri imal eder. Kırışık giderici, sivilce önleyici, masaj yağları, el kremi gibi pek çok ürünü günün teknolojisine göre en iyi şekilde üretmeye başlar. 1936 yılında Bay Reboul un Pendik’teki evinde ürettiği Lavanda çiçeklerinden kolonya üretir ve bu öylesine beğenilir ki ürettikleri hiçbir zaman talebe yetmez olur. Bu durumda Fransa’nın Grasse kentine giderek bir Fabrikadan beğendiği bir bahçenin ürünü olan Lavandayı ürettirerek kolonyasını yapmaya devam eder. O tarihlerden günümüze gelen Lavanda kolonyası daima aynı bahçenin ürünü lavandanın aynı fabrikada esansa dönüştürülmesiyle üretilmektedir.

1937 yılında evlenen Kemal, 1938, 1943 ve 1948 de doğan üç erkek çocuk babası olmuştur. Babalarının mesleği böylesine sevmelerinden etkilenen çocukları da Eczacılığı seçerler. Cumhuriyet yasaları modernleşmeye uğrayınca soyadı kanunu ile MÜDERRİSOĞLU soyadını alarak yoluna devam eder.

Gelişen işlerinin yanı sıra ilaç ithaline başlar ve daha sonra Tek ilaç isimli firmasında ilaç imaline başlar. Ülkenin en parlak ilaç sanayilerinden olan bu fabrika yakın tarihe kadar gelir ve sonunda piyasa şartlarına yenilerek yaşamına son verir. Her üç oğlu da eczacılık sahalarında faal olup zaman içersinde Tek ilaç, Sifar ilaçları en son olarak ta Tekmen parfümeriyi kurarak günümüze kadar gelen bir hayatı oluştururlar.
Kemal Müderrisoğlunun en küçük oğlu Mehmet, Eczaneyi 1970 yılında devir alır ve bayrağı bu güne kadar taşır. Ülkenin en bilinen kolonyalarından biri olan Rebul Lavanda kolonyasının üretimini ise bu gün oğlu Kerim ve ortakları Rebul kozmetik adı altında oluşturdukları şirkette devam ettirmektedirler. Bu gün on beş ülkede Rebul kolonyalarını ve parfümlerini satma başarısını geçiren Kerim Müderrisoğlu da 2006 yılında Marmara Üniversitesi Eczacılık fakültesinden mezun olarak ailenin üçüncü kuşak eczacısı olur.
Günümüzde hala daha eczacılık konusunda lider olmayı devam ettiren Rebul eczanesi faaliyetlerine her gün bir yenisini ilave etmektedir.

Kaynak: www.rebul.com.tr

Meşhur Lavanta Kolonyası
Kemal Müderrisoğlu lavanta kolonyası üretim ve satışına 1940'lı yıllarda girdi. Fransa'nın Grasse kentinde lavanta tarlaları kapatıldı. O gün bugündür Türkiye'nin en eski eczanelerinden biri lavanta kolonya markasıyla ünlendi.
Sadece Mehmet Müderrisoğlu (55) baba mesleğine devam ediyor. Mehmet Bey de babası gibi hem reçeteden hem de parfümden anlıyor:
‘‘Lavanta tarladan sabaha karşı güneş doğmadan, çiçek açmadan toplanır. Çünkü çiçek açtığında koku kaçar. Lavanta yağış ister. Eğer yağış olmazsa o yılki ürün odunumsu kokar. Yağış fazla olursa da şekerimsi... Bir tek rekolteye bağlı kalırsak üretimde istikrarı yakalayamayız. O yüzden bizim kolonyada yüzde 97 natürel malzeme, yüzde 2-3 de tampon vardır.''
Rebul Lavanta Kolonyası'nın tiryakisi fazla değil. ‘‘Yılda 40-50 bin şişe üretiyoruz'' diyor Mehmet Müderrisoğlu ve ekliyor: ‘‘Aslında bu rakam için değmez ama baba yadigarıdır anlayışıyla devam ediyoruz.''

25 Ağustos 2009 Salı

Galata Kulesi





Galata Kulesi benim İstanbulda en çok görmeyi ve taş duvarlarına dokunmayı istediğim yerdi. Bunun sebebi de 7-8 yıl önce Ankara'da yaşadığım dönemlerde bir gece rüyamda Galata Kulesine gittiğimi görmüş, duvarlarına dokunmuştum. Gerçekten çok garip bir histi bu. O zamana kadar kulenin yakın çevresinin fotoğraflarını görmediğim halde rüyamda şu andaki halini, ara sokaklarını bire bir görmüştüm (bunu daha sonra tesadüfen anladım). O yüzden benim için özel bir yeri vardır bu tarihi mekanın. Galata Kulesine gittiğinizde İstanbulun muazzam manzarasını 360 derece izleyebilir, restoranında bu eşsiz manzara eşliğinde yemek yiyebilir ve kuleye çıkan ara sokaklarda çeşitli mağazalardan hoş şeyler alabilirsiniz

Galata Kulesinin Tarihi
Bizans imparatoru Justinianus’un hükümdarlığı sırasında 528 yılında inşa edilmiştir.
13. yüzyılda Cenevizliler tarafından kullanılan kule 1453 te İstanbulun fethi ile Türklerin eline geçmiştir. İstanbul'un fethinin ardından, Zaganos Paşa'nın buyruğuyla onarılan kuleye bir dizdar tayin edilmiştir. Galata surlarının baş kulesi olan galata kulesi 1509 yılında İstanbul'u sarsan ve küçük kıyamet adı verilen depremde hasar görmüş, 2. Beyazıt'ın buyruğuyla Mimar Murat Bin Hayrettin tarafından onarılmıştır.

Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'nde
"Fatih hazretlerinin tamir ettirdiği galata kulesi denizden 118 zira -yani yaklaşik 95 metre- yüksekliğindedir ki, göklere baş kaldırmıştır. zirvesi halis kurşunla örtülmüstür. İstanbul surlarının her yerden görünmemesine karşılık, bu galata kulesi çok uzaklardan dahi kolayca dikkati çeker. Bursa'daki Keşiş Dağından bile (yani Uludağ'dan) açık, seçik görülebilir. Kuleye çıkılıp dürbünle bakılsa, Bursa'nın imaretlerinin bile görüleceğini söylerler."


Fotoğraflar Galata kulesinden çekilmiştir. Son fotoğraf panaromiktir. Üzerlerine tıklayarak büyük hallerini görebilirsiniz.

Kule 15.yüzyılda tersane deposu ve 3. Murat (1574- 1595) zamanında müneccimbaşı Takıyeddin efendi tarafından rasathane olarak kullanılır, 16. yüzyılda Kanuni devrinde kule, Kasımpaşa tersanelerinde çalıştırılan forsa adı verilen savaş esiri hıristiyanları barındırmıştır. 1714 yılında bir itfaiye teşkilatının kurulması üzerine 1717 yılında kule’ye yangınları gözetleyecek gözcüler yerleştirilip yangın gözetleme kulesi olarak kullanılmıştır. Yine bu dönemde gece yarısını haber vermek için kule'ye mehterhan takımı yerleştirildi. 1918 yılında ise tepesine yerleştirilen "tayimbol" adlı araçla gemiler için saat kulesi olur.
1794 ve 1831 yıllarında tümüyle yanmış, 1875 fırtınasında ve 1894 depreminde zarar görmüş, 1960'lı yıllarda çatlakların oluşturduğu tehlike yüzünden kule halka kapatılmış ve tepeden tırnağa onarılmıştır. 1967 ye kadar süren çalışmalar sonunda külâhına nihayet kavuşan Galata Kulesi'nin ağırlığı 10 bin tondan 11 bin 200 tona çıkmış, yüksekliği ise 51 metreden 63 metreye çıkmıştır. restorasyonda yeni yükler zemine aktarılmış, iç duvardaki çatlaklar dikilerek onarılmış ayrıca bir de asansör eklenmiştir.


Fiziksel özellikleri:
Kule yerden 63 metre ve deniz seviyesinden 140 metre yüksekliğindedir. Çapı 8,95 metre ve duvar kalınlığı 3,75 metredir. 4. katta Osmanlı döneminde yapılmış mazgallar, 5. katta ise top namlularının yerleştirildiği yuvalar vardır

Hazarfen Ahmet Çelebi
Galata Kulesinden havalanarak Üsküdar'da doğancılar mevkiine konan Ahmet Çelebi, başarısından dolayı 4. Murat tarafından ödüllendirilmiş fakat tehlikeli bulunarak Cezayir'e sürdürülmüştür. Aslında kıtalararası ilk uçuşa havaalanı olarak ev sahipliği yapmıştır Galata Kulesi.