27 Haziran 2016 Pazartesi

Akşehir Nasreddin Hoca Türbesi




Nasreddin Hoca kimdir? :
Nasreddin Hoca 1208 yılında Sivrihisar'da doğdu. - Yaşadığı dönem, doğum ve ölüm yılları, tarihî kişiliği ve ailesi Hakkındaki bilgiler tartışmalıdır. Yaşadığı dönem ve yöre Hakkındaki en önemli kanıtlar Akşehir’deki türbesi, soyundan geldikleri söylenen kişilere ait mezar taşı kitâbeleri ve adına kurulmuş olan vakıfla ilgili Fâtih Sultan Mehmed devrine ait bir arşiv belgesidir-.
Babası Abdullah Efendi köylerinin imamıydı. Babasının ölümünden sonra imamlığı devralan Nasreddin Hoca 1236 yılında Konya'nın Akşehir ilçesine göç etti. Nasreddin Hoca, komik hikâyeleri ve fıkralarıyla hatırlanan ve aynı zamanda filozof olan bilgeydi. 
Evliya Çelebi, Nasreddin Hoca hakkında şöyle der;
Akşehir'de büyük din adamı ve değerli zat "El-Mevla Hazret Şeyh Hoca Nasreddin"'in kabri vardır. Kendisi Akşehirlidir. Gazi Hüdavendigar'a yetişip, Yıldırım Han zamanında şöhret bulmuştur. Fazilet sahibi olup, hazırcevap, keramet sahibi, filozof, din ve dünya işlerini birlikte ve eksiksiz yürüten büyük bir zat idi. Timurlenk ile bir toplantıda bulunmuştur. Timur Han, O'nun şerefli sohbetlerinden hoşlanırdı. Bu sebeple, o büyük bilginin hatırı için Akşehir'i yağma ettirmemiştir. Büyük hocanın sözleri ve latifeleri, bütün lisanlarda atasözü olarak söylenir. Yıldırım Han'ın vefatından sonra, Çelebi Sultan Mehmed zamanında dünyadan göç etmiştir. Akşehir dışındaki kubbeli türbesine defnolunmuştur. Dört tarafı parmaklıkla çevrilidir. Allah rahmet eylesin.
Nasrettin Hoca fıkralarından bizlere pek çok deyim ve atasözleri kalmıştır. Bunların ilk derlemesini Ziya Gökalp yapmıştır. Bunlar: Parayı veren düdüğü çalar, ipe un sermek, bindiği dalı kesmek, ye kürküm ye, ince eleyip sık dokumak gibi deyimlerdir.
1996-1997 UNESCO tarafından Uluslararası Nasreddin Yılı ilan edilmiştir.


Nasreddin Hoca Türbesi
Konya'nın Akşehir ilçesinde bulunan Nasreddin Hoca türbesi ile ilgili halk arasında çeşitli inanış ve gelenekler vardır. Akşehir halkı yağmur yağmadığı zaman Hoca türbesine gider ve yağmur duası eder. Onun mezarından alınan toprağın göz ağrısına iyi geldiğine inanılır. Hoca’nın türbesine gelip de gülmeyenin başına bir iş geleceğine inanılır. Yeni doğan çocukların göbek bağı türbeye gömülür. Düğünlerden önce türbeye gidilerek "mollalarının da al bize gel" diye merasim yapılır.
"Dünyanın merkezi burasıdır"ın hikayesi
Nasreddin hocaya bir gün sorarlar:
-Hocam dünyanın merkezi neresi?
Hoca bulunduğu yeri göstererek:
-İşte tam burası.
-Aman hocam olur mu?
-İnanmazsan ölç de bak!

Ayrıntılı gezi fotoğraflarıma ana sayfada bulunan instagram hesabımdan ulaşabilirsiniz.
Bu yazıyı daha çok fotoğrafla yeni sitemde okumak isterseniz tıklayın


22 Haziran 2016 Çarşamba

Keçiborlu Lavanta Tarlaları

Hafta sonları bir programımız yoksa kafamıza neresi eserse gidiyoruz. Daha önce Keçiborlu'da lavanta tarlaları olduğunu duymuştum. Bu hafta sonu da hadi lavanta tarlalarını görmeye gidelim dedik, köpeğimiz Tarçın'ı da aldık düştük yollara. 
Her yeri görelim diye otobandan değil arka yollardan dolaşa dolaşa gitmeyi tercih ettik. Akşehir, Eğirdir derken Isparta'ya ulaştık. Bir gece otelde kaldıktan sonra Keçiborlu'ya doğru düştük yollara.
Lavanta üretimi, tarlaları denince akla hemen Fransa'nın Provence bölgesi gelir değil mi? Bu muhteşem güzelliği görmek için oralara gitmeye hiç gerek yok. Keçiborlu ilçesindeki birkaç köy lavantacılıkla uğraşıyor. Biz Kuyucak köyündeki tarlaları gördük. Yaklaşık 3 bin hektarda lavanta yetiştiriciliği yapılıyor. Biz biraz erken gittiğimiz için lavantalar yeni açmaya başlamıştı. Lavantaların asıl açma dönemi ise Temmuz ayında başlıyor ve Ağustos ayında hasat ediliyor. Bölgede sulama olanağı olmadığından, buğday ve arpaya göre daha fazla verim veriyor, daha çok gelir getiriyor. Kuru, eğimli tarlalara uyum sağlayan bu çiçek ne budanmak istiyor ne de gübre. 15, hatta kimi zaman 25 yıl boyunca aynı kökten ürün alınabiliyor. Hem kuru çiçeği hem de yağı para ediyor. 




Lavanta'nın bölgedeki hikayesi
Bölgeyi 1971’de lavanta tarımıyla tanıştıran kişi, dönemin Robertet Gül Yağı Fabrikası ortağı Zeki Konur. Fransa’dan melez lavanta olarak adlandırılan Lavandula intermedia türüne ait Super çeşidini ithal eder Konur. Fidanları fabrikasındaki ustabaşı Veli Ergin’e verir. Ergin, Aydoğmuş köyünde toplam büyüklüğü 15 dekar olan iki tarlasını lavanta bahçesi yapar. Çiçekler Robertatet’te damıtılır. Ergin’in başarısı lavanta tarımının bölgeye hızla yayılmasını sağlar. Özellikle Kuyucak’ta büyük gelişme gösterir. Bu iki köyü Kuşçular, Çukurören ve Özbahçe köyleri takip eder. Böylece yörede lavanta dikim alanları 40 yılda 15 dekardan 2500 dekara ulaşır. Bugün Kuyucak köyünde tarım arazilerinin yüzde 75’i lavantayla kaplı.
Lavantalar haziranda tomurcuklanıp temmuz başında çiçeklenmeye başlıyor. Temmuz ortasından ağustos ortasına kadar biçiliyor. İlk hasat kuru çiçekte kullanılırken, yağ üretimi için geç biçim yapılıyor. 
Eğer yağı çıkarılacaksa, lavanta biçimden sonra hemen damıtıma gönderiliyor. Kuru çiçek yapılacaksa, demetlenip asarak ya da temiz zemine serilerek kurutuluyor. Bir haftada işlem tamamlanıyor. Güneşte kalanlar koku ve rengini kaybedince pazar değeri düşüyor. 
Kuyucak'a nasıl gidilir
Kuyucak, E-24 Antalya-Afyon karayolundaki Keçiborlu kavşağından 12 kilometre uzaklıkta. Isparta Köy Garajı’ndan günde dört kez Senir kasabasına otobüs kalkıyor. Kuyucak, Süleyman Demirel Havalimanı’na da çok yakın. Köy ve çevresinde konaklama tesisi bulunmuyor. Isparta merkezi, Keçiborlu, Eğirdir en yakın seçenekler.






Biz yolda durmuş tarlaların fotoğrafını çekerken yanımızda bir araba durdu. İçinden yaşlı bir teyze, amca ve oğulları indi. Köyün üst taraflarında daha büyük tarlaların olduğunu söyleyerek görmeye götürelim sizi dediler. Tarlaya gittiğimizde Burdur gölünün manzarasıyla beraber gerçekten de harika fotoğraflar çektik sayelerinde. Yaptığımız sohbette bal da ürettiklerini öğrendik ve muhteşem ballarından aldık. Ailenin babası Zühtü Özcan emekli olduktan sonra Lavanta yetiştiriciliğine başlamış. Daha sonra da balcılığı eklemiş işlerinin arasına. Oğlu Fatih Özcan ise babasına yardımcı oluyor işlerinde.
Lavanta bitkilerine hastalık ve zararlılar musallat olmadığından ilaçlama yapılmıyor. Bu sayede üretilen balda ilaç kalıntısı bulunmuyor. Bir bakıma organik bal üretiliyor. 
Daha sonra bizi evlerine davet ettiler ve Türk insanının ne kadar içten ve misafirperver olduğunu bir kez daha göstermiş oldular. Bu hafta sonu mutlulukla hatırlayacağımız bir gezi yaptık anlayacağınız. 
Bal ve diğer ürünlerden almak isteyenlere www.fatihlavantabali.com adresine göz atmalarını öneririm. Gerçekten de uzun zamandır bu kadar leziz bir bal yememiştim.
Ülkemiz açısından güzel bir tanıtım olması gereken bu tarlaları duyuramamak ise büyük bir kayıp bence. İnsanlar akın akın Fransa'ya giderken bu manzaraları görmek için bizim elimizde olanı değerlendirmeyi beceremememiz çok yazık. Ayrıca devletin üretime verdiği komik sayılacak destek de içler acısı. Umarım gelecek zamanlarda daha çok kıymetini biliriz bu tip yerlerin.
Klasik gezilerden sıkıldıysanız, Lavantaların muhteşem rengi ve kokusu içinde huzur bulmak istiyorsanız 1 Temmuzda Lavanta festivali, Ağustos başında da lavanta hasatını kaçırmayın bence.

Ayrıntılı gezi fotoğraflarıma ana sayfada bulunan instagram hesabımdan ulaşabilirsiniz.
Bu yazıyı daha çok fotoğrafla yeni sitemde okumak isterseniz tıklayın

13 Haziran 2016 Pazartesi

Pompei: Lavların zamanı durdurduğu şehir






Benim Pompei'ye olan ilgim ve merakım çocukluk yıllarına dayanıyor. Yanlış hatırlamıyorsam ilkokul yıllarında ansiklopedilerden birinde Pompei'yi anlatan bir bölüm okumuştum. Taşlaşmış insanların fotoğrafları da çok ilgimi çekmişti. Çocuk aklımla nasıl öyle donup kaldıklarını, niye kaçmadıklarını çok düşünmüştüm. Yıllar geçtikçe bu gizemli şehir hakkında elime ne geçerse okudum. Pompei'ye gidip, herşeyi yerinde gördükten sonra da çocukluk hayallerimden birini gerçekleştirmiş oldum.
Pompei Napoli yakınlarında bulunan bir antik şehir. Yakınlardaki bir diğer şehir olan Herkülanium'la beraber 24 Ağustos 79 yılında Vezüv yanardağının patlaması sonucu lavlar altında kaldı. 1700 yıl boyunca lavlar altında taşlaşmış ve zaman durmuş bir halde kalan şehir 1748 yılında tesadüfen keşfedildi. Günümüzde UNESCO Dünya Mırasları'ndan biri olan şehir, yılda 2.5 milyon ziyaretçisiyle İtalya'nın en gözde turistik mekanlarından birisidir. 
Günümüzde içeride kalsa da eski çağlarda kıyıya yakın olan şehirde yok olduğu dönemde 16.000 kişinin yaşadığı sanılmaktadır. Vezüv yanardağı'na uzaklığı 8 km.'dir.
Yapılan kazılarda iyi durumda birçok forum, hamam, ev ve villa ortaya çıkarılmıştır. Volkanik lavların etkisi ile şehir ve yaşayanların bedenleri çok iyi korunmuştur. Bulunan freskler sayesinde halkın gündelik yaşamı ve alışkanlıkları gayet doğru bir şekilde ortaya çıkarılmıştır.
Roma İmparatoru Caligula zamanında ticaretin, tarımın üst düzeylerde yapıldığı şehirde o dönemin en elit ve zengin insanları yaşıyordu. Şehir ayrıca önemli bir eğlence ve kumar merkeziydi. Şehir halkı eğlenceye ve fuhuşa o kadar düşkündü ki yok olduğu zaman (ve çok daha sonra) çoğu kişi bunun Tanrı'nın gazabı olduğunu düşündü. Fuhuş, eşcinsellik, sado-mazoşist ilişkiler ve zevk uğruna köle öldürmek gibi şeyler şehir halkının düşüncesine göre gayet normal aktivitelerdi. Şehirdeki genelevlere giden yollara penis kabartmaları bile yapılmıştı yol gösterme amaçlı.
Vezüv'ün patlaması ve Pompei'nin yok oluşu
Şehrin yok olmasına günler kala Pompei halkı depremlerle sallanmaya başladı ama bunu çok da önemsemedi (muhtemelen aynı şeyleri Vezüv'den dolayı daha önce de yaşamışlardı). Şehrin yok olduğu gün Ulusal bir kutlama yapan halk depremleri yine önemsemedi. Kül yağmuru başladığında ise halkın bir kısmı paniğe kapılarak limandaki gemilerle kaçmaya çalıştı, bir kısmı da kendini evine kapattı. Evler ve sokaklardaki kandillerin devrilmesiyle yangınlar çıktı ve şehre panik hakim oldu. Depremlerin yarattığı dalgalar limandaki gemileri alabora edince halk tam anlamıyla köşeye sıkıştı. Kimileri gökten yağan kızgın taşların ve küllerin, kimileri de kükürt gazının etkisiyle iyice bilincini kaybetti ve dev bir lav kütlesinin altında kaldı. (Son yıllarda yapılan çalışmalarda bu ölümlere 300 dereceye ulaştığı sanılan aşırı ısının da yol açabileceği düşünülmektedir).



Taşlaşmış köpek bedeni


Genelevin duvarlarındaki "tarife" resimleri


Genelevin yerini gösteren işaretlerden

2 gün boyunca püsküren Vezüv Pompei'yi metrelerce lavın altında yüzyıllar boyu karanlıkta bıraktı. 1738 yılında bir köylünün tesadüfen kalıntılar bulmasıyla ilk kazılar aynı kaderi paylaşan Herculanium şehrinde başladı. 1748 yılında ise ispanyol mühendis Rocque Joaquin de Alcubierre Pompei kazılarını başlattı. 
İlk beden kalıntısı Villa Diomede enkazından çıkarılan bir kadın oldu. Ama 1864 yılında kazı müdürü Giuseppe Fiorelli yeni bir yöntem keşfetti. Bu yöntemde insan kalıntısı olduğu tahmin edilen kısımlara deliklerden alçı döküldü ve etrafları kazıldığında bedenin öldüğü andaki haline ulaşıldı. Bu yöntem sayesinde Pompei halkının öldükleri anda ne yaptıkları tamamen gözler önüne serildi. Günümüzde ise bu tür kalıntılara ulaşmak için X-Ray gibi ileri teknik ekipmanları kullanılmaktadır. Eski yöntemle çıkarılan insan bedenlerinin yanı sıra çeşitli hayvanların da kalıntıları bulunmuştur. Bunların çoğu Napoli Ulusal Arkeoloji müzesinde sergilenmektedir. Ayrıca fırından yeni çıkan ekmekler, bahşiş bırakılan paralar, tabaklarında kalan yiyecek kalıtıları da enteresandır (yine alçı yöntemi ile bulunmuşlardır).
Pompei keşfedildiği dönemi de mimari açıdan etkilemiştir. Soylu Avrupa aileleri ortaya çıkan sanat eserlerinin taklitlerini edinmişler, özellikle İngiliz aileler de evlerinin mimarisinde Pompeii villalarını taklit etmişlerdir.
En sonunda burayı da gördüm :)


Yollardaki ay taşları


Bir evin girişinde yazan "Have" yani hoşgeldiniz yazısı


Bir villanın süs havuzundaki heykel
Pompei'nin ilginç kalıntıları
Aslına bakarsanız bu şehirde herşey çok ilginç. Lavların herşeyi o zamanda durdurması sebebiyle zaten o dönemin içinde hissediyorsunuz kendinizi ama bunların dışında yaşam ve mimari alanında da enteresan şeyler var Pompei'de.
Sıçrama taşları: Şehrin sokaklarında aynı yüksekliklerde aralıklarla dizilmiş taşlar var. Bunun sebebi ise sokaklardan akan pis sulara yada yağmur yağdığında akan sulara basmak istemeyen halkın bunlara basarak yolun karşısına geçmesi (taşların araları at arabalarının geçebileceği aralıklarda).
Ay taşları: Ay taşları sokaklardaki taşların arasına dizilmiş küçük parlak taşlar. Bunlara ay taşı denmesinin sebebi ise geceleri karanlıkta parlamaları ve aydınlatma işlevi görmeleri.
Sokak ve diğer tabelalar: Her sokak başında bulunan resimler bunlar. Pazarın olduğu sokakta hamalların olması gibi. Bunun dışında genelevlere giden sokaklarda yerlerde de penis kabartmaları var. Büyük bir villanın kapısında yazan "Have" gibi sözcüklerde göze çarpıyor (Evime hoşgeldiniz anlamındaymış). 
Genelevde ise enteresan bir uygulama var. Duvarda bulunan fresklerde çeşitli cinsel birleşme şekilleri gösterilmiş. Giden müşteri bunlar arasında hangisini yapmak istediğine karar verip ona göre bir ödeme yapıyormuş. Bunun sebebi de ticaretin yoğun olduğu şehirde kendi dillerini bilmeyen tüccar, gemiciler vs. için kolaylık olmasıymış.
İnsan ve hayvan bedenleri: Aslında en ilginç olanlar da bunlar. Birbirine sarılmış bir çift, bebeğine sarılmış bir anne, küllerden korunmak için ağzını burnunu kapatmış birini görmek insanın içini acıtıyor. Neden ve nasıl bu kadar umursamaz olduklarını anlamaya çalışıyorsunuz...


Ayrıntılı gezi fotoğraflarıma ana sayfada bulunan instagram hesabımdan ulaşabilirsiniz
Bu yazıyı daha çok fotoğrafla yeni sitemde okumak isterseniz tıklayın

9 Haziran 2016 Perşembe

Kıbrıs'ın hayalet şehri: Kapalı Maraş (Varosha)

Evlerde kalan eşyalar

1974 yılından kalma otomobiller

Kapalı Maraş'ın eski hali

Benim çok ilgimi çeken, yasaklar dolayısıyla gezilmesi şu an için mümkün olmayan bir yer olan Kapalı Maraş bölgesini yazmak istedim. Belgesel kanallarında yayınlanan "İnsanlardan Sonra Hayat" isimli programdaki şehirlere benzeyen Kapalı Maraş üzerinden yıllar geçse de hala gizemini hatta güzelliğini koruyor bana göre. 1974’teki savaş öncesinde büyük çoğunluğu Rum olmakla birlikte Yahudi ve Ermeni yerleşimcilerin de bulunduğu bölgede, 40 yıldır hayat yok. (O dönem 39.000 kişinin bölgede yaşadığı söyleniyor). Yalnızca arazi değeri 100 milyar dolar'ın üstünde olduğu söylenen bölge 60'lı yıllardan itibaren önemli olmuştur.
Bir zamanlar dünya jet sosyetesinin gözde tatil yeri olan bölge ne oldu da bu hale geldi peki?

Maraş neden yasak bölge?
Gazimağusa şehrinde olan mahalle bir zamanlar Kıbrıs'ın en önemli ve en ünlü bölgesiydi. 
Türk ordusu 1974’ün Ağustos ayında (Kıbrıs Harekatında) bölgeye girdiğinde halkın tümü birkaç saat içinde tüm eşyasını, caddedeki arabalarını, hatta mutfaklarında yemek dolu tabaklarını bile o şekilde bırakıp kaçtı. Niyetleri durum sakinleşince evlerine geri dönmekti ama maalesef bu gerçekleşmedi. Bölge o günden beri, terk edildiği haliyle duruyor. (Bu haliyle bana İtalya'nın ünlü antik kenti Pompeii'yi hatırlatıyor. Orada da yemekler dahi duruyordu masalarda).
Savaşın ardından Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bölgeyi kendi sınırları içinde saydı. Birleşmiş Milletler ise eski yasal sahipleri dışında kimsenin Maraş’a yerleşemeyeceği yönünde bir karar aldı ve bölgeyi kendi kontrolü altında tutacağını açıkladı. Türk askeri yine de çekilmeyince kimse geri dönemedi ve bölge dikenli tellerle çevrildi. O günden beri bölgeye Türk ve BM askeri dışında kimse giremiyor. İçeride kullanımda olan sadece BM’ye ait bir bina ve Türk askerine ait bir orduevi var. Maraş bölgesi, yakınından arabayla geçerken yavaşlamanın bile yasak olduğu, “fotoğraf çekmek yasaktır” uyarılarıyla dolu, her bir noktası asker gözetiminde olan, her anlamda ‘kapalı’ bir bölge. 
Annan Planı'na göre kapalı Maraş, Rum tarafının denetimine bırakılacaktı. Ancak yapılan referandumda Annan planı Kıbrıs Türk'lerince kabul edilmesine rağmen, Kıbrıs Rumları tarafında reddedilince, bu gerçekleşmedi.




Maraş'ın eski hali
1940’larda turizm merkezi olarak canlanan Maraş’ta dünyaca ünlü aktör ve sanatçıların da evleri vardı (Brigitte Bardot, Sophia Loren, Elizabeth Taylor gibi). Dönemin en lüks tatil yörelerinden biriydi. Elizabeth Taylor'un gözdesinin, Kennedy Bulvarı'ndaki Argo oteli olduğu söyleniyordu. 

1974'ten hemen önce Gazimağusa Belediyesi Arşivlerine göre Maraş Bölgesinde 10.000 odadan oluşan 45 otel, 60 apartman tipi otel, yaklaşık 3000 ticari birim, 99 Rekreasyon Merkezi, 143 Yönetim ofisi, 4649 Özel ev, 21 Banka, 24 Tiyatro ve Sinema, 380 Henüz Bitirilmemiş İnşaat, İngilizce, Yunanca ve Türkçe 8500 kitabın olduğu bir kütüphane bulunuyordu. Adanın o dönemki turizm gelirinin %53'ü bu bölgeden geliyordu.
Bölgede bulunan Golden Sands oteli de söylentilere göre dünyanın 7 yıldıza sahip ilk oteliydi. Ama 74 harekatından hemen önce tamamlanan ve 20 Temmuz'da açılmaya hazırlanan yedi yıldızlı otelin sahibi rivayete göre operasyon haberini alınca intihar ediyor. (Altın kaplı basamaklara sahip olduğu söylenen otelin adı da buradan gelmiştir). Bir başka rivayete göre de bu otel İngiliz Kraliyet ailesine aitti ve rezervasyonları 2000'li yıllara kadar ulaşıyordu.
İçeri girmek yasak olsa da bazen bu tehlike göze alıp deliniyor. Bir oto galerisinde hala 1974 model otomobillerin görüldüğü, giyim mağazalarının vitrinlerinde modası çoktan geçmiş giysilerin yeraldığı, kıyı boyunca el konulmuş kum tepeciklerinde nadir deniz kaplumbağalarının yuvalarının bulunduğu anlatılıyor. Birleşmiş Milletler askerlerinin koruma altına aldığı ve bakımı yaptığı 3 bina haricinde herşey yağmalanmış durumda burada...

8 Haziran 2016 Çarşamba

Lefkoşa Barbarlık Müzesi

Burası gezdiğim, gördüğüm yerler arasında beni en etkileyen yerlerden biri oldu doğrusu. Bir zamanlar içinde çocuk seslerinin cıvıldadığı, mutlu bir ailenin yaşadığı o güzelim evin gerçekten de tam anlamıyla barbarlık evine dönüşmesi çok üzdü beni. Hikayesini çok daha önce bildiğim halde o korkunç olayların yaşandığı yeri, o küçücük çocukların kanlı elbiselerini görmek çok korkunçtu.
Peki o evde neler yaşandı?
21 Aralık 1963 tarihinde adada yaşayan Rumlar Türklere karşı saldırılar başlattı. Bu saldırıların en korkuncu ise 24 Aralık 1963 tarihinde bu evde yaşandı (Kanlı noel de denilen olay).
Bu evde Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı doktoru Binbaşı Nihat İlhan, eşi Mürüvvet ve 3 çocuğu ile yaşıyordu. O gece görevde olan Binbaşı'nın eşinin yanında karı-koca ev sahipleri ve mahalle sakinlerinden 3 kişi vardı. Gece geç saatlerde ev rumlar tarafından kurşun yağmuruna tutulunca Mürüvvet hanım çocuklarıyla banyo küvetine, mahalle sakinleri küvetin dibine, ev sahibi karı koca da banyonun yanındaki tuvalete saklandı. Evin kapısını kırarak giren saldırganlar banyo ve tuvalet kapılarına ateş ederek Mürüvvet hanım, 3 çocuğu (Murat,Kutsi,Hakan), Ev sahibi Feride hanım'ı öldürüp diğerlerini de ağır yaraladı.




Bu baskın sırasında Rifle otomatik mavzerlerle 15, Storn otomatik tabanca ile 12, mavzerlerle 6 olmak üzere toplam 33 el ateş edildiği, şehitlerin vücutlarındaki yaralardan ve duvarlarda hala yeri belli olan kurşunların izlerden anlaşılmaktadır. İşin en acı tarafı ise Binbaşı Nihat İlhan Eşinin ve çocuklarının şehit edildiğini ancak 4 gün sonra öğrenecektir.
Müze hakkında
Müze 1 Ocak 1966 tarihinde açılmış. 1975 yılında onarım görmüş. 1980 yılında Bakanlar Kurulu Kararı’yla kamulaştırılmıştır. Yine aynı yıl alınan kararla eşini bu korkunç olayda kaybeden ev sahibi Hasan Yusuf Güdüm'ün evin mutfağı ve bir odasını ölene kadar kullanılmasına karar verilmiştir. 
Müze binası yıllar içinde tekrar tadilat görerek 14 Şubat 2000 tarihinde resmi bir törenle yeniden hizmete açılmıştır.
Müzenin kapıdan girişte sağ tarafta kırmızı boya ile tavandan aşağıya doğru insanın üzerine akan kan motifi verilen “Aralık 1963” yazısı ilk olarak göze çarpıyor. Tavanda, baskından kalma kurşun izleri siyah çerçeve içerisinde gösteriliyor. Başka bir odada 1963-1964 yıllarında yaşanan “Rum Katliamları”yla ilgili yabancı basında yayınlanan haberler sergileniyor. Bir diğer odada şehit edilen Türkler, yok edilen kültürel miraslar, bir başka odada Mürüvvet İlhan ve çocuklarına ait eşyalar, son odada ise toplu katliamlarla ilgili siyah beyaz fotoğraflar, izleyenleri yeniden o günlere götürüyor.
Adres: 2 Şehit Mürüvvet İlhan Sokak
Kumsal, Lefkoşa

6 Haziran 2016 Pazartesi

Girne Kalesini geziyoruz...




Kıbrıs ve Girne Kalesinin tarihi
Girne Kalesi Girne'nin simgelerinden olan bir yapı. Bazı araştırmacılar kalenin tarihinin Helenistik dönemlere kadar gittiğini söyleseler de buna dair bir kanıt yoktur. Kalenin adına ilk kez 1191 yılında yapılan 3.Haçlı seferleri sırasında rastlanmıştır. O dönemler İngiltere'nin elinde olan Kıbrıs (dolayısıyla da kale) daha sonra Templar (Tapınak) Şövalyelerine, onlardan da Fransız Guy de Lusignan'a (Luzinyan) satılmıştır. Ada 1489 tarihine kadar Lusignan'ların elinde kalmıştır. 1208 - 12011 yılları arasında kaleye çeşitli eklemeler ve tadilatlar yapılmıştır.
14.yy'da Venedik saldırıları sonucu hasar gören kale 1491 yılında Venediklilerin adayı hakimiyetleri alması sonucunda şimdiki haline gelmiştir. 1570 yılında Osmanlı'nın adayı ele geçirmesiyle Kıbrıs 3 asıra yakın bir süre Osmanlı hakimiyetinde kalmıştır.
Kale İngiliz Sömürgesi döneminde, 1878-1960 yılları arasında polis okulu ve hapishane olarak kullanılmıştır.
Kale içindeki yapıtlar
Lusignan (Luzinyan) Kalesi
Erken Bizans dönemi tahkimat kalıntılarının üzerine Kıbrıs Kralı John D'İbelin tarafından 1208-1211 yılları arasında yaptırılmıştır.
ST. George Kilisesi
12. yüzyılda Bizans yapımı bir kilisedir. Bizans ve Lüzinyan zamanlarında kalenin dışında bir yapıydı. Venedik döneminde bazı değişiklikler yapılarak kalenin içine dahil edilmiştir. Girne Kalesi'nin kuzey batı bölümünde yer almaktadır. 
Sarnıç
Kalenin su ihtiyacını karşılamak amacıyla Lüzinyan döneminde yapıldığı düşünülmektedir. 
Zindanlar
Luzinyan dönemine ait olan bu zindanlarda Kral I. Peter zamanında birçok işkence olayı yaşanmıştır.
Batık Gemi Müzesi
M.Ö. 300 yıllarına ait bir ticari gemi batığı ve buluntuları sergilenmekte olduğu bu bölüm 1976 yılında açılmıştır.
Venedik Kulesi
Kule erken XVI. yüzyıl Venedik dönemi mimarisi özelliklerini yansıtır.
Kırnı Mezarları
Bu kısımda, Erken ve Orta Tunç dönemlerine ait, Kırnı köyünde bulunmuş bir mezar ve bu mezarda ele geçen çeşitli buluntular sergilenmektedir.
1570 yılında şehit düşen Osmanlı Amirali Sadık Paşa'nın lahiti kale girişinde, Lüzinyan'ın üç aslanlı amblemi de kalenin iç kapısının tonozunda bulunmaktadır.
Ziyaret Saatleri
Kış dönemi: 09:00 - 13:00 / 14:00 - 16:45
Yaz dönemi: 09:00 - 19:00



Kim kimdir?
Lüzinyanlı Guy ya da Guy de Lusignan 
(1150 – 18 Temmuz 1194, Lefkoşa).
Evlilik yoluyla bir Haçlı devleti olan Kudüs Krallığı'nın başına geçen, Selahaddin Eyyübi'nin ordularıyla yaptığı Hittin Savaşı'nı kaybederek Kudüs'ün Haçlıların elinden çıkarak tekrar Eyyubilerin eline geçmesine neden olan bir Fransız haçlı şövalyesidir.
Guy, Kudüs Krallığı'nın 1186-1192 arasındaki kralıdır ve bu unvanı Kudüs'lü Sibylla olan hanedan üyesiyle evlenerek ele geçirmiştir. Kesin olarak bilinmeyen bir tarihte Kutsal topraklara ulaştıktan sonra (Kardeşi Amalric'in daha önceden gelmiş ve seçkinler arasına katılmış olduğu), 1180 yılında krallık içerisindeki ortaya çıkabilecek politik karışıklığın önüne geçebilmek için alelacele Sibylla ile evlendirildi. 1186 yılında Kraliçe Sibylla, Guy'e tacı devretmiştir.
1187 yılında Selahaddin ile yapılan Hıttin Savaşı'nı kaybetmiş ve esir düşmüştür. Üç ay sonra da Kudüs, Selahaddin Eyyubi tarafından ele geçirilmiştir. Bir sonraki yıl Şam'da hapsedildikten sonra Selahaddin tarafından serbest bırakılmıştır.
1194 yılına kadar Kıbrıs Krallığı'nı idare etmiş ve aynı yıl kardeşi Amalric tarafından yerinden edilmiştir.
Tapınak Şövalyeleri
Tanınmı askeri Hıristiyan tarikatlardan biridir. Yaklaşık iki yüzyıl varlık göstermişlerdir. Fransız soylusu Hugues de Payen tarafından 1119 yılları civarında Kudüs'te hıristiyan hacıları korumak amacıyla 9 şövalye ile birlikte kuruldu. 1300'lü yıllarda ise o zamana kadar çok güçlenmiş olan şövalyelere borçlanan Fransa kralı 4.Phillip'in çeşitli suçlamalar ve Papa 5.Clemens'e yaptığı baskılarla Tapınak Şövalyeleri ortadan kaldırılmıştır. Tarikatın bütün mal varlığına el koyulmuş ve üyeleri yakılarak öldürülmüştür.
Ayrıca Sheakespeare'in ünlü eseri Othello'nun konusunun büyük bir kısmı Kıbrıs'da geçmiştir.

3 Haziran 2016 Cuma

Gent Gezi Notları

Gravensteen Kalesi




Gravensteen Kalesi

Bir arkadaşımız Gent'i seveceğimizi söyleyip önermişti gitmemizi ama Brugge gezimizden sonraki durağımız aslında Brüksel'di yolda bir anda karar verip, otel araştırdık internetten ve Gent'e doğru yola çıktık. Şehrin tarihi merkezinde olan otelimize (Hotel Gravensteen) eşyalarımızı yerleştirdikten sonra attık kendimizi sokaklara. 
Gent Brugge ve Brüksel arasında yer alan, yine Brugge gibi ortaçağ mimarisini korumuş ve büyük bir kalesi olan bir şehir. İyi bir üniversitesi olan, bu yüzden de öğrenci nüfusun fazla olduğu bir şehir.
Gent'in merkezi Vrijdagmarkt meydanı. Özellikle bizim de denk geldiğimiz gibi güneşli bir günde hıncahınç dolu oluyor bu meydan. Graslei nehrinin kıyısı da oturup birşeyler içip, kafa dinlenecek güzel yerlerden. Ayrıca en çok Türk nüfusunu da burada gördük. Hatta kaldığımız otelde restoran çalışanarından biri türk'tü ve bizim de türk olduğumuzu anlayınca baya dert yandı yaşam şartlarından.
Gent gezilecek yerler
St. Nicholas Kilisesi:
13.yy'dan kalma ve gotik tarzda yapılmış bir kilise fakat restorasyon altında şu anda.
Belfort Kulesi:
Evet, aynen Brugge'de olduğu gibi burada da bir belfort kulesi var. O da yaklaşık 13.yy'da yapılmış ve amacı da diğer belfort kulesi gibi gözetlemeymiş. Şu anda UNESCO dünya mirası listesinde.
Gravensteen Kalesi:
Şehrin tam göbeğinde yer alan bu kale 12.yy'da Kont Philip tarafından yaptırılmış. Yaptırılma amacı ise kalenini heybetiyle Kont'un üstünlüğünü herkese göstermekmiş. Daha sonraları mahkeme binasi, hapishane giibi amaçlarla kullanılan kale 20.yy'da ciddi bir restorasyon geçirmiş. Günümüzde ise müze olarak kullanılıyor.
Design Museum: Modern sanat ve tasarım eserleri sergileniyor.
Hardal Fabrikası


Graslei nehri


Graslei Nehri

Gent Alışveriş:
Aynen Brugge'de olduğu gibi burada da dantel işleri meşhur. Ama fiyatları çok daha uygun ve bence çok daha güzeller. Onun dışında St. Veerle meydanında bulunan "Hardal Fabrika"sından meşhur Gent hardalından alabilirsiniz. Ayrıca yine bu meydanın ilerisinde bulunan çay dükkanından dünyanın dört bir tarafından gelmiş yüzlerce çay çeşidini bulabilirsiniz.
Gent yemek:
Biz öğle atıştırmamızı Vrijdagmarkt'da bulunan restoranlardan birinde yedik. Akşam ise nehir kenarında bir yerde yedik ama maalesef adını tam hatırlamıyorum (De Graslei olabilir belki) o kadar aç ve yorgundum ki yemeğin fotoğrafını çekmediğimi bile sonra fark ettim (bu arada orada yediğim somon ızgara ve makarnanı tadı hala damağımda). Türk yemeği yemek isteyenler için bir de Ankara adında bir türk restoranı var Gent'de.
Gent Konaklama:
Biz Gravensteen kalesine çok yakın bir konumda olan ve şehrin tarihi otellerinden sayılan Hotel Gravensteen'de konakladık ama pek memnun olduğumu söyleyemem bundan Booking com fotoğrafları fena halde yanılttı). Otel yazısı yakında...