30 Kasım 2016 Çarşamba

Köln: Kolonya'nın anavatanı...


Köln, Almanya'nın dördüncü, Kuzey Ren-Vestfalya Eyaleti´nin en büyük şehridir.

Tarihi
Köln M.Ö. 50 yılında Roma İmparatoru Claudius tarafından, Aşağı Ren Bölgesi'ni Cermen Kabileleri'nin saldırılarından korumak için bir koloni şeklinde kurulmuştur. İmparator Claudius kente eşi İmparatoriçe Agrippina'nın adını vermiş, böylece koloni M.S. 425 yılına dek Colonia Claudia Ara Agrippinensium (kısaca CCAA) olarak anılmıştır. Daha sonra buraya Latince Koloni anlamını taşıyan Colonia denmiştir. Bugün dünyanın birçok dilinde Köln farklı farklı telaffuz edilmektedir. 
Şehir, Orta Çağ'da hızla büyüyerek Avrupa'nın en büyük merkezlerinden biri haline geldi. 12. yüzyıldan itibaren Köln, Hırıstiyan Alemi'nde; Kudüs, İstanbul ve Roma'nın ardından kutsal şehir olarak ilan edildi. Sancta Colonia (Kutsal Köln) olarak da anılan şehirde 1248 yılında Köln Katedrali'nin temeli atıldı. Yapımı tam 632 yıl süren bu gotik tarzdaki katedral Kuzey Avrupa´nın en büyük ibadethanesidir. 1794 yılından itibaren Fransız egemenliğine giren şehrin sakinleri Napolyon´a sadık kalacaklarını ilan etmişlerdi. Daha sonra Prusya egemenliğine giren Köln´de büyümeye engel olan şehir duvarları yıkıldı ve hızla büyümeye başladı.
I. Dünya Savaşı´nda pek zarar görmeyen şehir, II. Dünya Savaşı´nda büyük yıkıntıya uğradı. Savaş sırasında, Köln bombalanması sırasında, batılı müttefikler tarafından 262 hava saldırısına uğradı, ve yaklaşık 20.000 sivil hayatını kaybetti. Köln, 1942'nin 31 Mayıs gecesi "Millenium Operasyonu" sırasında Kraliyet Hava Kuvvetleri tarafından 1000 bomba atılarak hedef oldu. 1046 ağır bombardıman patlayıcı 1.455 ton bombayla hedeflerine saldırdı. Bu baskın, yaklaşık 75 dakika sürdü ve 486 sivilin ölümüne ve 59.000 kişinin evsiz kalmasına sebep oldu. Savaşın sonunda, Köln nüfusu yüzde 95 oranında azalmıştı. 
Savaşın sonunda, Köln de savaş öncesi yaşayan 11.000 Yahudi nüfusu tehcir edilmişti ya da Naziler tarafından öldürülmüştü. Kentte bulunan altı sinagog yıkıldı. 
1945´te savaş sona erdiğinde Köln´ün % 90´ı yıkılmış haldeydi. Savaş öncesi 800 bin olan nüfus, 104 bine düştü. Savaşın ardından özellikle İngiltere ve ABD kaynaklı yardımlarla hızla yaralarını sarmaya başlayan şehir, tekrar hızla büyümeye başladı. Yurt dışından gelen işçilerle şehir ekonomisi ve sanayisi büyük canlanma gösterdi.



Köln Katedrali
Benim gördüğüm en etkileyici katedrallerdan (ve ürkütücü) olan Köln katedrali Katolik mezhebi için açılmış bir ibadethanedir. 1248 yılında inşasına başlanan katedralin yapımı 632 yıl sürmüş ve 1880 yılında hizmete açılmıştır. Almanyanın ikinci, Dünya´nın ise üçüncü büyük kilisesi olan Katedral ülkenin en çok turist çeken yapısıdır.
İnşaatın yapımı fikri daha 7. yüzyılda ortaya atılmış, daha o zamandan iki kulenin uzunluğunun 157 metre olacağına karar verilerek planı buna göre çizilmiştir. Ancak yapının temeli 1248 yılında atılabilmiştir. Kilisenin gotik stilde olması ve yüksekliğinin o zamanki tüm kiliseleri aşması şart koşulmuştur. 1265 yılından önce kubbenin altındaki ibadet salonu yapılmaya başlanmış ve bitimine kadar bir duvarla korunmuştur. 1306 yılında güney kulenin yapılmasına başlanmış, 1388 yılından itibaren, uzun salonun yan bölümleri kullanılabilir hale gelmiştir. Bu tarih aynı zamanda Köln Üniversitesi'nin de kuruluş tarihidir. İnşaat yavaşlayarak sürerken çalışmalar, 1560 senesinde parasızlık yüzünden durdurulmuştur. Ancak 1842 yılında Prusyalı Kral, temel taşı koyup çalışmaların yeniden başlamasını sağlamış ve son taş 1880 yılında güney kulenin tepesine yerleştirilerek nihayet kilise tamamlanabilmiştir.
Köln merkezinde yer alan ve şehrin her tarafından gözüken bu yapı, yüzyıllar boyunca maddi sıkıntılardan dolayı ve eldeki diğer imkânsızlıklardan ötürü "bitirilemeyen inşaat "diye isim yapmıştır. Çift kuleli katedralin uzunluğu 157 m´dir. II. Dünya Savaşında toplam 14 bombanın hedefi olan Katedral, Köln Merkez Garı'nın hemen yanı başında bulunmaktadır. II. Dünya savaşında şehire göre daha az bombalanmasının sebebi ise uçaklara bir çeşit yön buldurma aracı olmasıdır. Düşman uçakları katedrali baz alarak bombalama yapmışlardır.
Eyfel Kulesi yapılmadan önce Avrupa'nın en yüksek kulesine sahip olan katedrali gezmek ücretsiz. Ama neredeyse tüm Avrupa katedrallerinde olduğu gibi "Hazineler" bölümü ile 509 basamaklı kuleye çıkmak ücretli. Nefis bir Köln manzarasına sahip kuleye çıkmak da yürek daha doğrusu güç kuvvet ister tabi.

Kolonyanın (Köln suyu / Kölnisch Wasser) tarihi:
Bir çoğumuzun severek kullandığı, gelen misafire ilk olarak ikram edilen kolonya ise adından da anlaşılacağı üzere bu şehirden çıkma.
Kolonyayı ilk defa kimin yaptığı kesin olarak bilinmemektedir. Eski verilere göre ilk defa 1690'da Almanya'nın Köln şehrinde yaşayan Jean Paul Feminis adlı bir seyyar satıcı yapmıştır. Bu şahıs kolonyayı yaptığı reçeteyi Giovanni Antonio Farina adlı birisine bırakmış, o da yeğeni Giovanni Maria Farina'ya vermiştir. Giovanni Maria kolonya yapımı üzerinde çalışmış ve "hoş lavanta suyu" adıyla ilk kolonyayı yapmıştır. Bundan sonra kolonya yapımı işi Köln (Kolonya) şehrinde gelişmiştir. XIX. yüzyıl başlarında kolonya yapımı Fransa'ya geçmiş ve "Eau de Cologna (Kolonya suyu)" adı ile üretilmiştir. Bundan sonra da bu hoş kokulu sıvıyı dünya kolonya olarak tanımıştır.

Kişisel olarak Farina'nın kolonyasını sevdiğimi pek söyleyemeyeceğim. Biraz ağır bir kokusu var. Benim tercihim 4711 Kölnisch Wasser. Rahmetli Anneannem ve onun annesi çocukluğumda bu markayı kullandığı için de seviyor olabilirim ama kokusu çok daha hafif ve taze. 
Yolunuz o taraflara düşerse, almak isterseniz hem Farina hem de 4711 Köln katedralinin karşısında büyük mağazalara sahip.
Köln sokak sanatçılarıyla da ünlü bir şehir gösterilerini izlemek isterseniz YouTube kanalıma bakabilirsiniz.
Köln Katedrali önünde sokak piyanisti için tıklayınız
Ren nehri kıyısındaki sokak sanatçıları için tıklayınız

24 Kasım 2016 Perşembe

Kısa bir Brüksel yazısı...


Grand Place


Brüksel Belçika'nın başkenti ve Avrupa Birliği'nin de başkenti olması bakımından Avrupa'da bulunan en önemli şehirlerden birisi. Avrupa Parlamentosunun yanı sıra NATO'nun merkez karargahı da bu şehirde bulunuyor. Bataklık bölgesinin kurutulması sonucu o bölgeye kurulduğu için adı bataklığın içindeki yerleşim yeri anlamına gelir. Ana dil Fransızca olsa da nüfusun bir kısmıda Felemenkçe konuşur. Türklerin de yoğun olarak yaşadığı Brüksel'de nüfusun yaklaşık %25'i yabancı kökenlidir.
Bütün bunların dışında Brüksel; Tenten'in (Tintin), çikolatanın, biranın ve waffle'ın da başkentidir. Çok az kalsam da burada gelin gördüğüm kadarıyla anlatayım sizlere...
Gezilecek/görülecek yerlerden bazıları


Atomium

Manneken Pis
Brüksel denince çoğunluğun aklına Manneken Pis yani "işeyen çocuk heykeli" gelir. Bense hiç de ilgimi çekmeyen bu heykelin neden bu kadar abartıldığını anlamıyorum doğrusu. Manneken Pis Rivayete göre bir savasta fitili yanan-patlamak uzere olan bir bombayi, bombaya iseyip sondurerek ordunun savasi kazanmasini saglayan, bu yuzden de kahraman olan bir cocugun heykeli. Baştan söyleyeyim büyük beklentiler beslemeyin bu heykeli görmek için çünkü küçücük (bronzdan yapılmış ve 61 cm.). Bu muymuş diyebilirsiniz. Brükselliler ise o kadar önemsiyor ki heykeli simgeleri haline getirmişler. O gün ne önemli gün varsa ona göre giydiriyorlar hatta. (Noel'de Noel baba, polis,itfaiyeci gibi​). Söylenenlere göre bu minik çocuğun 700'e yakın kıyafeti varmış (Grand Place'da bulunan müzede bu kıyafetleri görebilirsiniz). Heykel devamlı çalındığı için de replikaları yapılıyormuş. Şimdiki 6. kopyasıymış...
Grand Place​
Burası Brüksel'in en ünlü meydanı. Gotik ve Barok mimarisinin en güzel örneklerini göreceğiniz bu meydanda en önemli binalar 96 metrelik kulesiyle dikkat çeken Hotel de Ville, kral evi olarak bilinen Maison du Roi, Le Renard lonca evi. Ağustos ayında 5 günlük bir sergide düzenlenen “Tapis de Fleurs” çiçek halısı burada görebileceğiniz en önemli yerlerden. Meydan çevresinde birçok kafe, restoran ve hediyelik eşya dükkanı bulunuyor. Ünlü Manneken Pis heykeli de bu meydanın yakınında.
Tenten Mağazası
Burayı ayrıca yazmak istedim çünkü sevdiğim bir çizgi roman karakteridir. Bu mağaza da Grand Place'de bulunuyor. Bu küçük mağazada T-shirt'den çantaya, Türkçe dahil olmak üzere bir çok dilde yazılmış kitapları bulabilirsiniz. Tek sorun çalışan personel inanılmaz suratsız ve aksi. Bir de biraz pahalı...

Mini Europe

Mİni Europe'da THY uçağı

Berlin duvarının parçası ve bendeniz
Atomium
Atomium 1958 Expo Fuarı için yapılmış Brüksel yakınlarında bir yapı. 102 mt yüksekliğinde olan yapı 18 mt çapında 9 kürenin birleşiminden oluşuyor. Demirin kristal yapısının 165 milyar kez büyütülmesinden esinlenilen yapı 6 ay boyunca durması beklenirken günümüzde modern Brüksel mimarisinin sembolü haline gelmiş. Kuleler 12 boru ile birbirine bağlanıyor ve yürüyen merdivenlerle birbirine geçişi sağlanıyor. Hatta bu merdivenlerin bazıları o kadar dik bir açıya ki ses ve ışık efektleri ile insanın midesi bulanıyor.
En üstte bulunan küreden ise harika bir Brüksel manzarası izleyebiliyorsunuz. 
Mini Europe
Mini Europe dünyaca ünlü bir minyatür park. 1:25 ölçüsünde küçültülen yaklaşık 350 minyatürün bulunduğu parkta dünyanın neredeyse her ülkesinden simge haline gelmiş yapılar vs. sergilenmektedir. Eyfel Kulesi, Big Ben, Tac Mahal gibi yapıların bulunduğu park 1989 yılında Belçika hükumetinin desteği ile Prens Philip tarafından açılmıştır.
Brüksel'de yemek 
Brüksel deyince akla ilk olarak çikolata, midye, bira ve patates kızartması geliyor. Çikolata konusunda benim favorim Leonidas ama o kadar çok dükkan ve seçenek var ki insanın başı dönüyor. La Cure Gourmande mağazası ise çeşit çeşit kurabiyeleri ile göz döndürüyor. 
Brüksel’de o kadar fazla bira çeşidi varki, bundan dolayı Guinness Rekorlar Kitabına giren bir mekan bulunuyor, Delirium Café. 2004 çeşit bira ile 2004 yılında rekor kırmış ve her bira kendi özel bardağında ve bardak altlığında servis ediliyor. Bira sevenlere önerilir.
Midye konusunda ise herkesin önerisi Chez Leon ama gözünüze kestirdiğiniz iyi görünümlü bir yerde de yiyebilirsiniz bence...

14 Kasım 2016 Pazartesi

Ankara Altın Köşk



Merik Konağı olarak da bilinen Altın Köşk Bilkent Ankara'da bulunuyor. Burayı yıllar önce ilk gördüğümde oldukça şaşırmıştım. Pırıl pırıl parlayan bu ev meraklandırmıştı beni. Acaba kimindir içinde kim yaşar (yada yaşayan var mı) diye. Hakkında hep bir rivayetler döndü durdu bu evin. Kimi İhsan Doğramacı'nın evi dedi, kimi başka birinin. Son yıllarda müze kapsamında hizmet vermesiyle beraber meraklar da dindi. Yeniden gündeme gelmesi ise bir internet sitesinde duyurulan satışı ile ilgili oldu. 111 milyon dolara satışa çıkarılan evin şu anda satışı iptal edildi ama rakam dudakları uçuklattı. Peki kimdir bu Altın Köşk'ün sahibi ve hikayesi nedir?
Altın Köşk 1996 yılında Amerika'da yaşayan ve orada "Müthiş Türk" olarak bilinen Ali Rıza Bozkurt tarafından yapıldı. Ali Rıza Bozkurt'un hikayesi tam anlamıyla bir başarı öyküsü. Bozkurt 1942 yılında Sivas'ın bir köyünde doğuyor. İTÜ Mühendislik Fakültesinden mezun olduktan sonra iş hayatına atılıyor. 1981 yılında Amerika'ya yerleşiyor ve Amerikan vatandaşlığı aldıktan sonra büyük işler ve yatırımlar yapıyor. 20'den fazla ülkede yatırımları olan Bozkurt bir dönem Amerikan Kongre üyeliği için aday bile oluyor.


Altın Köşk'ün hikayesi
Bozkurt bu evi Osmanlı İmparatorluğu döneminde 600 yıl boyunca geliştirilmi ve bugün unutulmuş bu mimariyi yeniden gözler önüne sermek amacıyla yaptırıyor. Ankara'ya yaptırmasının sebebi ise bu mimarinin Ankara'ya hiç gelmemiş olması. Değişik saray ve köşklerden parçaların kopyaları kullanılıyor burada. 
Ali Rıza Bey bu binayı annesi Meryem Hanım adına yaptırıyor. "Merik" denmesinin sebebi ise köylerinde annesinin adının bu şekilde söylenmesiymiş. (Merik Kültür, Sanat ve Eğitim Vakfı).
Amatör Gezgin'in Notları
Altın Köşk şu anda müze olarak kullanılıyor. Ayrıca bahçesinde düğün çekimleri ve yanlış hatırlamıyorsam düğün davetleri de verilebiliyor. Buradan elde edilen gelirler vakıfa aktarılıyor. Aile Türkiye'de olduğu zamanlar da gelip kalıyormuş evde. Bu yüzden yaşam alanları olan üst katlar gezilemiyor. Gezilen kısımlara gelirsek, ne kadar özenilmiş, çaba harcanmış olsa da değişik dönem ve tarzların bir araya getirilmesinden dolayı bunaltıcı ve iç karartıcı bir havası var bence evin. İnsan nereye bakacağını şaşırıyor, sade bir nokta arıyor rahatlamak için. Bir yanda Osmanlı dönemi, bir yanda daha günümüz, bir yanda ailenin yağlı boya tablo ve tavan resimleri. Tavana bakıyorsunuz Avrupa şatoları gibi, yere bakıyorsunuz Türk ve Osmanlı. Tam bir kavram karmaşası durumu var ortada. İhtişamlı olmasına ihtişamlı ama orada yaşamayı hatta bir gece orada yatmayı asla istemezdim.
Bakalım kim alacak Altın Köşk'ü 100 küsür milyon doları verip? İlerleyen günlerde göreceğiz yeniden satışa çıkarsa...